19 Ağustos 2024 Pazartesi

Mora Çalan Yalnızlık

Babam hep şöyle derdi “böyle gidersen bir gün yalnız kalacaksın.” Haliyle bir baba olarak beni düşünüyordu. Fakat yalnızlığın kıymetini hiç sorgulamış mıydı? Kime ihtiyaç duyar bir insan yalnız kaldığında? Anneye, babaya, kardeşe, arkadaşa, sana? İyi hoş, ilk babam yalnız bırakmıştı beni. Yani öyleymiş, çocukmuşum ya hani; büyüyünce anlatılacakmış, baban ölünce çıkacakmış ortaya. Kızmadım ona, yaşasaydı da kızmadım. Ama böyle birine dönüşmemde payı var mıydı? Hani vardı ya bir halk ordinaryüsü, bunu iddia etmişti son zamanlarında. Kendi söküğünü onarmayı becerememiş ama herkese yamaların nasıl dikileceğini anlatan. Peki haklı olabilir miydi? Belki. Ama önce kendini ve yavrusunu görebilmeliydi. Ayrıca benden tek isteği de sadece yüz güldürebilmemdi. Kendisi başarabilmiş miydi? Yüz güldürme konusunda gamzesi olmayanın gamzelerini çıkarabildiğimden haberi var mıydı? Peki ya kendisinden daha çok, onlardan daha çok güldürdüğümden? Hepsi birer silik hikaye şimdilerde…


Yalnızlık diyordum: hiçbir zaman yolun sonu olmamıştı. Abartıldığı kadar yeraltındaki bir sığınak değildi. Aşinaydım ben senden önce de. Çırpınmadım hiç, tutunmak istemedim kimseye. Çünkü biliyordum, dilenmenin kök salmakla bağlantısı yoktu. Sormazdı kimse ne hissediyorsun diye, basıp geçerlerdi, alıp giderlerdi istediklerini. Doğru olan demlenmek değil miydi? Peki neden beceremez insan? Ee gidelim geçmişe yine! Babaya mı soralım, anneye mi? Hangisinin suçuydu böyle olmasına neden olan? Onları suçlayarak hayatın anlamını, kendi anlamını çözmeye çalışmak kaybolmakla sonuçlanırdı. Varken de yok gibiydiler, benim gibiydiler. Haklıydı belki de psikoloji bilimi. Peki ama savaşın mı bitmişti yoksa ben figüran olduğumu mu anlamıştım?

Günü gelen pişmanlıkların birinde insan soracak kendisine: neden yalnız kalmayı başaramadım diye. Neden yankılanmadı duvarlarımda hıçkırıklarım, neden yatağın en ucundaki soğukluğu hissedemedim diye. Daha da uzatayım mı? Hani aklınıza gelmez, belki bir empati falan? Hiç yoktan sempati? Çünkü hiç görmedim ben, ani kalkışların başarılı inişlerini. Dedim ya: günü gelen pişmanlıklar. Düne saygı duyulmayıp yoksayılmış, bugüne çirkin tebessümler atılmış, yarına ise köksüz güzellemeler salınmış…

Yazdıklarımdan bağımsız söylemek isterim ki bugün bir dönüm noktası benim için. Eğer bu satırları okuduysanız yüzünüzü aya dönüp, benim için gülümsemenizi isteyeceğim. Ay burcu yengeç olan bir kadın benim için gülümsemişti ay dedeye. Beni tanımamakla birlikte, bütün iyi dileklerinizi bir mahsun gülümsemeyle ay dedeye gönderirseniz beni çok mutlu edebilirsiniz. Çünkü anladım ki benden başka kimsenin gülümsemeye ihtiyacı kalmamış. Fazlasıyla varmış, açılmış, saçılmış… Satır aralarının değil, tüm satırların bana ait olduğunu anlamam daha dün gibiydi. Ama bugün önemini mora çalan bir Sezen Aksu şarkısıyla yitirdi.

16 Ağustos 2024 Cuma

4'ncü Evre Sonu 5'nci Evre Başı

Kendime kızmayı denemiştim başlarda. İyi gelir diye düşünmüştüm. Bir cevap aramıştım; tüm yanlışların arasında. Bulamayışım ondanmış, bedelmiş, ödenirmiş. Nasıl bir borca bulaştırdın beni tanrım! Nasıl bulandı içim dışım? Bu bulanıklık midemle mi alakalı yoksa beynimle mi? Bu çıkmaz neden?

Bazı sofralara meze olduğum akşamlarda duymaktan asla sıkılmadığım bir cümle var “ben olsaydım” diye başlayan. Peki siz olsaydınız nasıl başlardınız? Ben olmak size neden bu kadar uzak? Üstünüzde değilim, göz gözeyiz hala. Neden siz olsaydınız kafayı tırlatırdınız? Yoksa kader mahkumu mu olmalıydım? Fırsatta vardı elimde, dilimde, kalbimde… Peki ya beynimde? Çünkü ben beynimle sevdiğimi öğrendim. Kalbe yapılan klişe göndermelerin hiçbir anlam ifade etmediğini de kuşluk vaktinin ilk dakikalarında. Korkuyordum gecelerden ve bir de ayakım üşüyordu. Başında olmasa da sonunda öğrendiğim: güçsüz değilmişim. Meğersem ben, merhametin uzun soluklu dostuymuşum. Öyle derler ya, 7 yıldan uzun süren arkadaşlarınız artık ailenizdir diye. Siz kusuruma bakmayın, sallıyorum yine instagram postlarından, acınacak haldeyim. Burası beni belki sevimli bulursunuz diyeydi. Ha unutmadan, hani öyle derdi; yoksa iddia mı ederdi? Duyamadım, bir daha söyler misin? Sıra bende mi? Pekala… Dev aynası değil de boy aynası mı edinmeli? Ahh unutmuşum; yüzünden dolayı aynalarla olan uzaklığını. Yüzünden mi dedim! Alışkanlık işte…

Ve son demler artık. Sondan bir önceki evrenin çıkmazındayım. Merak etmeyin geri dönmeyeceğim. Çünkü yürüdüğüm yol kıymetlidir benim için. Gündelik heveslere değişmedim bugüne kadar. Yapmadım yaptığınızı, harcamadım bağlarımı, kaçmadım geçmişimden, kaldırmadım havaya doğru burnumu; bakmadım karşıdaki dağlara, korkmadım geleceğimden, satmadım kahkahalarımı; etmedim alemlerde meze, saldırmadım görmemiş gibi, yoksaymadım umarsızca, aramadım yüzsüzce, acıtmadım altını çize çize ve bir de yüreksizce…

Burası bir çıkmaz. Fakat son dönemde çıkmazın derinliklerine yeni komşular taşındı. Veryansın ettiler tabii ki demedikleri kalmadı. Dönemem dedim geri. Yardım edeceklerini söylediler; farklı bakış açıları sunarken. Evlerindeki gizli geçitten bahsettiler. Ama tanımıyorlardı beni, senin aksine. Tanımadan alamayız seni evimize dediler, yine senin aksine. Tanımaya değecek insanlardı, seninkilerin aksine. 5'nci evrenin portalıydı onlar, kıymetliydiler. Dedim ya geri dönemem; kıymetlidir yürüdüğüm yol uğrunda geçmişi bulanık olsa da. Halbuki biliyorum bir alt sokağın 5'nci evreye açıldığını. Eğer geri dönecek olursanız, çıkmazın derinliklerine adımlarınızı yönlendirmeden önce sağınıza solunuza iyice bakın derim. Ahımı düşürdüm bir yerlerde, derinlerde. Bulursanız onu da yanınızda getirin. Ama korkmadan yürüyün, merhametimin gölgesi en kral eşlikçiniz olsun, yine senin aksine, yine sizin aksinize…

Hoş geldin 5'nci evre!

11 Ağustos 2024 Pazar

Derdin Kendimi Bulmaktan Ziyade

Etkisi altındayım yıldızların. Aslında milyonlarca, milyarlarca yoklar. Gördüğüm kadarıyla çoğu sürekli kayma eğiliminde. Hayır, astigmatım olduğunu unutmadım. Birçok şeyi unutmadığım gibi. Sahi, neden unutamadım diye yazmadım? Unutmadım mı unutamadım mı? Çöplük durgun uzun zamandır. Gülümsüyorum çünkü, durgun bir çöplük senaryolara meze olur çoğu zaman; ıssızda geçiyor cinsinden. Plastik bir çocuk bisikleti de var aralarında, solmuş bir çift ciğer de. Hiç çocuk bisikleti kokar mı? Onu da geçtim peki ya hiç plastik kokar mı?

Usulca dolaşıyorum tüm tepeleri. Korkma kalbim özel isim değil burası, ilk defa mı çöplükte bulundun sen? Labirent vari bir yer burası. Sizin farklı tasvir etmenize karışmıyorum. Çöplüğüme dokunma! Biraz sekülercilik oynarken sisteme başkaldıralım. Uzağım sahte hayatlarınızdan. Kaldı ki mutluyum da. Her neyse ne diyordum? Tüm sokaklarına girilmiş, tüm tepeleri kuşatılmış… Tamam tamam devam ediyorum.

Yavaş yavaş atıyorum adımlarımı, bazen hiçbir şeyi kaçırmamak için bazen de kendimi tanıyamadığımdan. Çok mu önemli bu tanışıklığımız diyorum; cevabını yeni yeni duyuyorum. Çok mu eminsin duymadığımdan diyorum; aksini bile ima edemiyorum. Eğer bu dünyaya bir edebi sanat bırakacak olsam bu "tanıyıpta tanımamazlıktan gelme" olurdu. Durun! İlk önce ben kendimi tanıyacağım. Yoksa size ilk anlamıyla “iyi” gelemem.

İyi demişken, çöplükte bulamamışım. Sanki oradalar ama yok gibilerde derinlerde. Sadece bir his. Artık his yumağı da değil. Çünkü artık hepsi yerli yerinde. Tepelerin derinliklerindeki iyiler toprağa karışmış birer mikroorganizma gibiler. Görmek imkansız olmasa bile ulaşmak, imkansızdan da öte. Yine de orada olduklarını bilmek, kim olduğumu hatırlatan cinsten. Hissedemiyor da olabilirdim. Düşünsene nasıl fena, nasıl boktan…

Zamanı demliyorum artık. Ne zaman bir yudum alabilirim, bilmiyorum. Dönemin büyük riyakarlarını irdeliyorum. Ne zaman bir haber gelir, bilmiyorum. Bir gözüm geçmişime odaklanırken, diğer gözüm “gelmişini ne yapacağız” diyerekten mahsun. Bir de kalp gözüm var tabiki hatırlatan güzellikleri ve aynı zamanda kötülükleri. İnsanımsı değil insanmışım meğersem, nitelikliymiş sevgim. Beyaz eşyaymışım meğersem, dayanıklıymış alt metnim. Ama şans işiymişim bir yerde, kullanmasını bilene. Yitirilmişim de günün birinde; hiç değmeyecek son bir tüketiciye…

Şimdilik son bir ah… Tepelerin dibinde iyiler de yok artık, görünürde kötüler de. Sadece acı bir halüsinasyondan ibaret kekremsi görüntüler kalmış yığınla. Onlarıda yağmura emanet ederken dilimde bir acı beddua; iyi kalpli insanların tezahür edebildiği türden...

 

Not: Başlığım doğru

25 Şubat 2024 Pazar

Yatağın Soğuk Tarafı Sıcak Kalmalı

Kendimi kaybedişimin üzerinden fazla geçmedi. Sanırım birkaç ay önceydi. Bulduğumu sandığım anlar da oldu ancak birer kandırmacadan ibaretti. Aslında kandırmacadan da öte bilmediğime alışmak istememekmiş. Hiç böyle olmamıştı ve hiçbir zaman da böyle olmayacak düşüncesiyle yaşamıştım. Uzun bir hikayeydi anlayacağınız. Ama biz anlayamamıştık. O şeyin içindeyken anlamsız gelenler, değerini yitirmiş gibi gözükenler, oyun bittiğinde ne kadar da kıymete binermiş. Oyun bitti dediysem eller yukarı gibi değil. Sobeleneli çok oldu. Hatta üzerinden yıllar geçti. Ama şimdi bakıyorum da çoğu yanılsama, eksiklikleri gidermek için kullanılırmış. Sevilme isteği, ilgi görme isteği, ilgi duyma isteği... Tarkan'ın karması mıdır bilinmez ama ona da inanırım hani. Önemli olan "hatalar yapılır mühim değil" diyebilecek alanı yaratabilmekmiş. Neden bir dağ olamadım bunca zaman? Bir dağdım aslında; bir dağ serabı. Sönmüş bir volkanikte değildim küllerimden doğabileyim. Bu sefer başaramadım. Ben kendime dayanamazken sen nasıl dayanabilirdin bana? Sertab'ın dediği gibi, biraz daha dayansaydın sarar mıydık belki? Ama çokta istedim gitme diyebilmeyi. Bir ölüm mü doğurduk şimdi? Emzirecek miyiz bile bile?

Ölüm demişken, ölüm acısıyla birebir yüzleşmeyenlerin ayrılık acısının nasıl hissettirdiğini tam olarak anlayamadıklarını düşünmekteyim. Babamı kaybettiğimde 19 yaşındaydım. Ölüm haberini aldığım günü hatırlıyorum. Sıcak bir histi, çok sıcaktı. Hani yemekten bir kaşık alırsın ve damağın yanar. Ama acısı gün geçtikçe daha da artar, demlendikçe koyulaşır acın. Kaldı ki gelişim çağındaki bir çocuktan birkaç yıl ayrı kalmış bir babanın hissettirdiği duygulardı bunlar. Yıllarca mücadelesini verdiğim, tanımlamaya çalıştığım bir duygu yumağıydı ve bitmedi. Ayrılıkla ölümü birbirinden ayıramıyorum o yüzden. Hele ki ilk ve son'da da dedikleri gibi, "her şey sığmaz aslında onca yıla ama sığdı" cinsinden izler taşıyorsa bu ayrılık. İşin en acı tarafı, köz haline gelmeyecek, küllenmeyecek. Çünkü ben ölümü biliyorum. Sıtmaya razılığımı kaybedeli de çok oldu.

Bir hologramla hayatıma devam ediyor gibiyim. Birden mutfak sandalyesinde beliriyor. Karşılıklı oturuyoruz. Ben çay içiyorum, ağlıyorum. O gülümsüyor. Daha sonra koltuğun köşesinde fark ediyorum onu. Dizlerine yatmak istiyorum, ağlıyorum. Duş alırken duşakabinin kapısı açılıyor, bir anda beliriyor. Ağlıyorum diyorum, gülümsemeye devam ediyor. Araba kullanırken de yanımda oturuyor. Bu seferde dinlediğim şarkıların ne kadar sıkıcı olduğunu söylüyor. Anılarımızın olduğu yerlerden geçiyorum. Bazılarına umarsızca sürüyorum, düşünmeden koşuyorum. Bir göl kıyısında meyveler yediğimiz bankta oturuyorum. Bu seferde yanımda yoksun, korkuyorum. Ama beni yenemediği tek bir yer var. Yatağın soğuk tarafını sıcak tutmaya çalışıyorum. Çizgi filmlerde ruhun bedenden çıkışını hatırlıyorum. Şimdilerde o hologramla adeta bütünleşiyorum. Birlikte uyuyor, birlikte uyanıyoruz. Ama sadece ayaklarım üşüyor. Normal mi?

Her neyin içindeysek bunu onunla mahvettik. Bu sefer beceremedim, beceremedik. Şimdi şarkılarda buluşuyoruz. Ağlıyoruz, gülüyoruz, birbirimize giydirmeye devam ediyoruz. Suçlarken birbirimizi en güzelleri yitirmişiz, görememişiz. Şimdilerde daha iyi anlıyorum. Kabul ediyorum; çok özledim. Sesini, tenini, kokusunu... Sanırım en çokta uyandığım ilk saniyeler hayatımda varoluş hissinin verdiği mutluluğu. Dur, dur! Ağlamayı sevmediğimi söylemiş miydim?

Buraya kadar okuduysanız, merak etmeyin bitiyor. Tahmin ettiğiniz gibi yazdıklarım son buluyor.

9 Şubat 2024 Cuma

Ardına Bakma

Bize zarar verenleri hayatımızdan çıkarmak ne kolaydır aslında. Özellikle sinirlerimize hakim olamadığımız zamanlarda bir saman alevi vaziyeti alırız. Fakat önemli olan bu süreci kızgınlıklarımızın durulduğu düzlemde ele alabilmekte. Bazen her şeyin farkında olup sustuklarınız vardır; kendinize koyduğunuz zaman aralıklarıyla süslenmiş. Hani zamana bırakmak gibi değil de içinizin soğukluğunu hissettiğiniz anı bekleyen. Gözbebeklerini büyütecek, kan basıncını yükseltecek yüzleşmelerin kararını aldıran ağrılı o süreç. Kızgınlıkların kırgınlıklara dönüştüğü, kapanma olasılığının varlığı bilinen ancak kapanması istenmeyen yara izlerini barındıran, burun direğinin sızlamasının ne olduğunu anlatan sancılı o süreç. Bildiklerini saklamanın verdiği oburluk hissinin dayanılmaz hale geldiği, geçmişini bilmeyenlere karşı oynadığın köşe kapmacaların yorgunluğunu hissettiğin, bilenlere karşı köprücük kemiği arkadaşlığı kurduğun sürüncemeli o süreç...

Ardıma bakmadan yaşamın ne demek olduğunu bilmiyorum. Baksanıza süreç deyip durdum. Bir yoldayım ancak kendi yoluma da benziyor. Sadece benziyor. Delta gibi çatallaşıyor fakat sürekli kendi yoluma benzeyene bağlanıyor. Sizi tanımıyordum, nereden geldiniz? Neden yollarımız kesiştiği halde sizin yolunuzdayım? Yorgun olduğumu sen biliyorsun. Bir dakika hayır, sen bilmiyorsun, sen de bilmiyorsun. Matematiğim kötüdür ama bu denklemde kaç kişi olduğunu bilmeyecek kadar da aptalımdır. Aptalım dediysem sizi savurup, sizinle savrulacak kadar aptalım. Bulunacağım günü beklemekteyim. Ama siz bir an önce lütfen durulun. Durulun çünkü geçen akşamlardan birinde yağmur yağdı, sizinle birlikte dinledik. Oysa siyah bir kalemle kırmızı çizgiler çizmiştik. Sonra kırmızılar birden aktı, aktı ve aktı... Peki ya bu ben miyim? Neye dönüştüm, kim oldum? Sen kimsin? Nereden geldiniz?

Ne diyordum? Ardımda bırakacaklarımdan bahsediyordum. Gözlerimin içine bakıp, bildiklerimi söyleyemeyenlerden, türlü bahanelere sığınanlardan, davranışlarına gölge düşürenlerden bahsediyordum. Hani şu, midem müsaade etse gözlerim belki bulanacak tarzındaki bildiklerimden. Oburluğun son bularak türlü yargılamalara maruz kalacağım o anın ateşiyle sönmekteyim. Ben yanmadım, söndürüldüm.

11 Ocak 2024 Perşembe

Dengeli Yaşamın Bir Numarası Yok

Kısa süreli ruh değişikliklerinin verdiği hazzı psikopatça buluyorum. Hiçbir davranışın normal bir formu olamaz, bunu da kabul ediyorum. Koltukta binbir umutsuzluklarla sızıp kalmışken, ağlayarak uyumuşsan veya ağlayarak uyanmışsan; gelen bir mesajın, aramanın dünyanı nasıl güzelleştirdiğine tanık oluyorsun. Az önce süzülen yaşlar da sana aitti, bu gülümseme de. Bu dengesizliği dengelemek adına ne yapılabilir henüz bilmiyorum. Tek yapabildiğim tüm odaları sulamak gözyaşlarımla. Sonra tüm odalarda şarkılar söylemek, kahkahalar atmak. Dengelemek demiştim ama yaşamın tadı dengesiz olmasında sanırım. Kalp atışlarımız gibi. Bir yukarıda bir aşağıda. Düz çizgiyi çizmemeli hiçbir zaman. O zaman denge arayışını bir kenara bırakmalı. Ne yapmalı? İnişleri severken çıkışları elimizin tersiyle itmeli. Evet!

Sevmeye aşık olan birinin hikayesindeki başrolü canlandırıyorum. Biliyorum, en iyi yapabildiğim şeylerden biri sevmek. Bazen sevilmeyi de deli gibi istediğim olmuyor değil. Sevilmek neydi? Hatırlamıyordum uzun zamandır. Hoş, bir nergis taklidi yapmana hiç gerek yoktu. Ben senin kardeleninken, sen neden benim nergisim oluyorsun? Rengarenk çiçeklerini açman için illa baharı mı beklemeliyiz? Toprağın altında buluşabileceğimiz gerçeğini unutmuş değilim. Ama ben seni tüm renklerinle sevmek istiyorum. Ben toprağın üzerine atmışken kendimi, sen bir şeyler söyleyip toprağa geri çekilmemelisin. Dikkat etmelisin çiçeklerine zarar gelmesin. Belki de hiçbir zaman bir kardeleni sevmedin. Bir kardelen tarafından da sevilmedin. Olsun, bahara ne kaldı?

Son bir şey daha. Bazen sırf değersiz hissetmek için kendinizi değersizleştirdiğiniz oluyor mu? Kendi değerinizi sizden başka hiç kimse belirleyemezken ve ipler bizim elimizdeyken bunu neden yapıyoruz? Dipte olmanın sessizliğini mi, yoksa yeniden gerçekleşecek geri dönüşlerin hazzını mı seviyoruz? Peki ya bu kadar soru hayatımız boyunca cevapsız kalırsa? Tıpkı bu sorunun cevapsız kaldığı gibi...