İşin içinden çıkamayacağım sonlar yazmaya devam ediyor hayat. İşin içinden çıkamamak her zaman her ne kadar son olmasada, çabalamayı terk edememek işleri dahada karmaşık bir hale sokuyordu. Pes etmek ne kadar kolay gözükürse gözüksün, tadını bir kere aldı mı vazgeçemeyeceği sonlara da hazırlıklı oluyordu insan. Tozpembe... gerçekleri bu kadar irdelediğim zamanlardan korkuyorum. Bana ait olmayan hayatlardan bir parça almışta vücuduma enjekte etmeye çalışır gibi...
Okuduğumuz kitap, izlediğimiz film... hayatımı değiştirdi derler ya hani; bana hiç denk gelmedi. Sadece hayatı gerçeğe bir nebze daha yakınlaştırmama neden oldu. Hayalperest olduğum kadar gerçekleri de irdelemeyi başarmaya başlamıştım ve bundan keyif alıyordum; büyüyordum. Sabretmek endişeli bakışlarıyla nasıl büyüdüğümü, nasıl tepkiler verdiğimi ve bu halimle onu alt edebileceğimi düşünüyordu. İnsanların dillerine pelesenk olmuş düşüncesiz görünen hallerim, kalıplara kadar sığdırılacak bir düşünce dünyam ve 'anlayışsızlık' başlıklı tez çalışmalarında geçen adım... Nasıl bir insan olduğumun derecelendirmesini, windows media player'da bile yıldız veremeyecek insanlar tarafından yapılmasına bir anlam yükleyemiyordum. Titreyen çenemden süzülen yaşların onlarla bir ilgisi yoktu fakat zaman zaman yüzüme yediğim tokatlardan etkilenmiyor da değildim. Ama şöylede bir gerçek vardı; bir pes etme çizgisi ve tavşandan daha hızlı koşabilecek bir kaplumbağa...
Bir varsın bir yoksun. Yok olana kadar her şey. Bir bakmışsın tuz olmuşsun bir bakmışsın kezzap. Yaptığın hatalardan pişmanlık duymak yerine en sevdiğin yemeği yemeğe devam edersin; salaklık.
Şöyle bir düşünüyorumda; hayatım boyunca kalıpların içinde değerlendirildim. Hapse girmeme gerek yoktu. Bu duygu hapisten de beterdi. Ailem, arkadaşlarım, kız arkadaşım... Tanımadığım bir karakteri oynamama izin veriyorlardı. Tip değil başlı başına bir karakterdi. Kendilerini o kadar iyi inandırmışlardı ki, bazen benimle gerçekten konuşmak istediklerinde şaşırıyordum, alt üst oluyordum. Çabalamayı terk edememek işleri dahada karmaşık bir hale sokuyordu ya hani, işte bu zamanlarda kimi oynadığımı bilmiyordum, nasıl davranmam gerektiğini, ne hissettiğimi, ne hissettirdiğimi... Hiç yorulmadığım kadar yoruluyordum, bilirsin işte eriyordum. Kasede yaşama tutunmaya çalışan balık kadar umutsuz ve mutsuzdum. Solungaçlarımı kullanmaya üşeniyordum... Dünya işte, elbet bir şekilde dönüyor, döndürüyor. İçinde bir yerlerde hayat bulduğumuz için şanslıyız. Sadece bu mucize için bile hayata devam edilebilir. Geri kalan her şey birer kara delik.
Geçen her güzel geceler ve günler için teşekkürler.
Eyvallah.
30 Mart 2016 Çarşamba
21 Mart 2016 Pazartesi
Özgürlüğün Kanatları
Minik ve bir o kadarda sevimli bir kuştu onu bulduğumda. Kahverengi dediğim ama sonradan anladığım ela renkli gözleri vardı. Nereden geldiğini bilmiyordum fakat benim için gönderildiğini hissetmiş gibiydim. Hayatı farklı kafeslerde zorluklarla geçsede, özgürlüğüne düşkün olduğu her halinden belliydi. Ürkek ve utangaçtı. Kafasına bir öpücük kondurduğumda kafasını boynunun içine gömerdi. İlk günkünden daha fazla sevmeye başlamıştım. Yediğim marulu, içtiğim suyu paylaşır olmuştum. Ona kafes değil onun için kocaman olan bir kafes vermiştim. Aynı odada yaşıyorduk. Özgürdü, hiç olmadığı kadar. Kanatlarını özgürlüğün verdiği mutlulukla çırpıyordu. O kadar mutluydu ki; kendi yemlerinden, onunla paylaştığım marullardan, havuçlardan getirir olmuştu. Uzun zamandan beri ben de bu kadar mutlu olmamıştım. Birbirimize çok ve çok iyi gelmiştik...
Hep mutlu günlerimiz olmadı tabii ki. Kanatlarını çırpmadığı zaman anlıyordum bir şeylerin yolunda gitmediğini. İnanıyorum ki o da anlıyordu marul getirmediğim zaman... Kavga etmeyi de, küs kalmayı da beceremiyorduk. Ya o kanatlarını çırpıp başımı döndürüyor, beni benden alıyordu ya da ben marul getirip kafasını okşuyordum. Bu güzel döngü böyle sürüp gidiyordu. Güzel şeylerin arkasında derin bir yorgunluk taşıyorduk sırtımızda. Birbirimize hissettirmesekte zaman zaman yüzleşiyorduk. Her şeyin üstesinden geldiğimiz gibi bunun da üstesinden geliyorduk. Aramızdaki bağ her ne ise çok güçlü olduğunu, o bağa sımsıkı sarıldığımı ve hiçbir gücün bu bağı koparamayacağını biliyordum. Seviyordum; pes etmemesini, uçup gitmemesini...
Eve geldiğimde beni hep kapının iç kolunda karşılardı. Kapının kolunu indirdiğimde onu mutluluğa, şevkate kavuşturduğumu hisseder, içeri girdiğimde etrafımda fır dönerdi. Bir gün öyle bir şey oldu ki, içeri girdiğimde ne bir ses ne bir nefes... Camın koluna konmuş, kendisini tülendirmiş, gıkını dahi çıkarmaz olmuştu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Onu öyle görmeye dayanamıyordum. Onu öyle görmeye dayanamıyordum çünkü gözlerinin içindeki ışığın söndüğünü görmek canımı yakıyordu. Özgürlüğün kanatlarına verdiği gücü yitirmesi vücudumu bir kanser hücresi gibi sarıyordu. Mutsuz olamazdı, mutsuzluk ve umutsuzluk ona yakışmazdı. Yanına gittiğimde yaygaralar koparan o değildi sanki. Yüzüme dahi bakmıyordu. Avucumun içine aldım, kafasını okşamaya ve öpmeye başladım. Bir yerden sonra sessizliği bozmaya karar verdi. Pencereye konan kuşların ona inanmadığını, güvenmediğini söyledi. Şöyle bir dönüp dışarı baktım ve bir şeyler fısıldadım: ''Özgürlüklerini kanatlar altına alamamış, özgürlüklerinin altında ezilen ve sadece ötmeyi bilen kuşlar onlar. Biz seninle özgürlüklerimizi kanatlarımız altına alacağız. Mutluluğumuzu marulla, havuçla besleyeceğiz. Ne sen uçup gideceksin bu pencereden ne de ben bu kapıdan...''
Gözleri güneşle birlikte değil kendiliğinden ışık saçmaya, kanatlarına özgürlük gitmeye başlamıştı. Evet! Tedavi işe yaramıştı. Mutluydu hem de çok mutluydu. Kanatlarını özgürlükle, güvenle, umutla tekrar çırpmaya başlamıştı. Onu seviyordum ve sevmeye de devam edecektim...
Hep mutlu günlerimiz olmadı tabii ki. Kanatlarını çırpmadığı zaman anlıyordum bir şeylerin yolunda gitmediğini. İnanıyorum ki o da anlıyordu marul getirmediğim zaman... Kavga etmeyi de, küs kalmayı da beceremiyorduk. Ya o kanatlarını çırpıp başımı döndürüyor, beni benden alıyordu ya da ben marul getirip kafasını okşuyordum. Bu güzel döngü böyle sürüp gidiyordu. Güzel şeylerin arkasında derin bir yorgunluk taşıyorduk sırtımızda. Birbirimize hissettirmesekte zaman zaman yüzleşiyorduk. Her şeyin üstesinden geldiğimiz gibi bunun da üstesinden geliyorduk. Aramızdaki bağ her ne ise çok güçlü olduğunu, o bağa sımsıkı sarıldığımı ve hiçbir gücün bu bağı koparamayacağını biliyordum. Seviyordum; pes etmemesini, uçup gitmemesini...
Eve geldiğimde beni hep kapının iç kolunda karşılardı. Kapının kolunu indirdiğimde onu mutluluğa, şevkate kavuşturduğumu hisseder, içeri girdiğimde etrafımda fır dönerdi. Bir gün öyle bir şey oldu ki, içeri girdiğimde ne bir ses ne bir nefes... Camın koluna konmuş, kendisini tülendirmiş, gıkını dahi çıkarmaz olmuştu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Onu öyle görmeye dayanamıyordum. Onu öyle görmeye dayanamıyordum çünkü gözlerinin içindeki ışığın söndüğünü görmek canımı yakıyordu. Özgürlüğün kanatlarına verdiği gücü yitirmesi vücudumu bir kanser hücresi gibi sarıyordu. Mutsuz olamazdı, mutsuzluk ve umutsuzluk ona yakışmazdı. Yanına gittiğimde yaygaralar koparan o değildi sanki. Yüzüme dahi bakmıyordu. Avucumun içine aldım, kafasını okşamaya ve öpmeye başladım. Bir yerden sonra sessizliği bozmaya karar verdi. Pencereye konan kuşların ona inanmadığını, güvenmediğini söyledi. Şöyle bir dönüp dışarı baktım ve bir şeyler fısıldadım: ''Özgürlüklerini kanatlar altına alamamış, özgürlüklerinin altında ezilen ve sadece ötmeyi bilen kuşlar onlar. Biz seninle özgürlüklerimizi kanatlarımız altına alacağız. Mutluluğumuzu marulla, havuçla besleyeceğiz. Ne sen uçup gideceksin bu pencereden ne de ben bu kapıdan...''
Gözleri güneşle birlikte değil kendiliğinden ışık saçmaya, kanatlarına özgürlük gitmeye başlamıştı. Evet! Tedavi işe yaramıştı. Mutluydu hem de çok mutluydu. Kanatlarını özgürlükle, güvenle, umutla tekrar çırpmaya başlamıştı. Onu seviyordum ve sevmeye de devam edecektim...
16 Mart 2016 Çarşamba
Biletsiz Son Perde
Dertli olmaktan dertliyim aslına bakarsan. Bu kadar güzel şey varken hayatta, derdi dert edinmek anca bana yakışırdı. Belkide böbürleniyorum, ne kadarda severmişim kendimi. Fakat gerçek; kendimi uzun zamandan beri sevmediğim. O kadar körüm o kadar hissizleşmişim ki, kuyunun içine sızan ışığı bile fark etmeyecek duruma gelmişim.
Koltuklar boşalıp, ışıklar söndüğünde hep ben kaldım karanlıkların arasında. Bir de maskeler düşünce karanlığın insanı üşüttüğünü anladım. Sahte karakterlerin bencilliklerini, acımasızlıklarını kendi merhametimle ödedim. Her şeylerine göz yummayı ve iyi kalpliliğimi insanlığımla ödedim. Pişmanlık çok sonradan nüfuz eder vücuda. Damarlarında dolaştığına inanamazsın. Çünkü iyi insanların böyle şeylerin tadına bakabileceğine kim inanabilir? Yaptığın her iyilik sanki sana geri dönecekmiş gibi, seni hep mutlu edebilecekmiş gibi olmasına kim inanır? Çok iyi insanlar mıydık? Gereğinden fazla mı kandırdık kendimizi? Ve kapılar tekrar açıldığında koltuklar, ışıklar, perdeler... bir de yeni maskeler. Bunlarla birlikte değişen kalıplarınız. İyi kalpli olmanın getirisinin değil götürüsünün olduğunun farkına varmak. Giden yanlışların yerine gelen yeni doğruların ve davranışların alması...
Birbirine karşı hala saf duygular besleyen kişiler var mıdır bilmiyorum. Fakat saf duyguların arkasından ileri geri konuşan onlarca kişi vardır. O anın verdiği cesaret ile duygularındaki sapma hareketini egolarıyla harmanlayarak ortaya bambaşka bir şey çıkarıyorlar. Duygularındaki bakış açısının değiştiğini üçüncü kişilerin hissetmediğini sanıyorlar. Ama yeni jenerasyonumuz daha geniş bakabiliyor hayata. Bir yolun bitiminde diğer bir yolun başlayacağından, varılacak yerin hep bir aktarması olduğu taraftarılar. Yola çıkmadan önceki duygu birikimiyle yoluna sonuna yaklaştığı zamanki duygu birikimi tabikide aynı oranda olmayacaktır. Fakat yolun sonuna yaklaştıkça duygularındaki bakış açısını değiştirebiliyorsan; hem yalancısındır hemde ikiyüzlüsündür. Maskelerini yoluna sonuna doğru giymeye başlayanlar aslında hiç yola çıkmamış olan insanlardır.
Birbirine karşı hala saf duygular besleyen kişiler var mıdır bilmiyorum. Fakat saf duyguların arkasından ileri geri konuşan onlarca kişi vardır. O anın verdiği cesaret ile duygularındaki sapma hareketini egolarıyla harmanlayarak ortaya bambaşka bir şey çıkarıyorlar. Duygularındaki bakış açısının değiştiğini üçüncü kişilerin hissetmediğini sanıyorlar. Ama yeni jenerasyonumuz daha geniş bakabiliyor hayata. Bir yolun bitiminde diğer bir yolun başlayacağından, varılacak yerin hep bir aktarması olduğu taraftarılar. Yola çıkmadan önceki duygu birikimiyle yoluna sonuna yaklaştığı zamanki duygu birikimi tabikide aynı oranda olmayacaktır. Fakat yolun sonuna yaklaştıkça duygularındaki bakış açısını değiştirebiliyorsan; hem yalancısındır hemde ikiyüzlüsündür. Maskelerini yoluna sonuna doğru giymeye başlayanlar aslında hiç yola çıkmamış olan insanlardır.
İç dünyamız bu kadar sorunluyken dış dünyaya karşı körleşip, hissizleşiyoruz zamanla. Bir durakta otobüs beklerken karşı duraktan onlarca otobüsün geçtiğinin farkına bile varmıyoruz. Beklemeyi seviyoruz. Bekletilmekten gene hiç vazgeçemiyoruz. Bekliyoruz, belki bizimle birlikte birçok kişi bekliyor. Bazen otobüsleri bazen insanları bazende gidilecek yolları bekliyoruz. Şöyle bir yol verseler bana; deniz kenarından sabahtan akşama kadar sürecek ama akşamüstü tadında bir yol. Mutlu etmese bile huzur verecek, bazı şeyleri hatırlamama sebebiyet verecek bir yol. Benim hayallerimde güzeldi zamanında. Bu hayalim hala güzel. Hiç bitmeyen bir akşamüstü istiyorum deniz kenarından. Eğer bu yolunda gidecek bir hayal ise bütün hayallerimi feda etmeye hazırım.
Gelecek herkes için. Ama gelecek planlarının duyguların bakış açısının değişmesiyle yeni bir şekil alması kabullenilemez bir gerçek.
Bazen vücudunun farklı yerleri ağrılar, sızılar içinde kalır. Midem ve karaciğerim ağrıyor. Ayakta dahi tutmayan mide ve karaciğer ağrısı. Ağrılar, duygular... soyut şeylerin bu kadar feleğini döndürmesi katlanılamaz bir durum. Belki kaderim, en yakınımın kaderi gibidir. İyi hoş her yanımız benziyor, neden o yanımız da benzemesin. Keşke en yakın arkadaşım olan ama benim en uzak gördüğüm arkadaşım hayatta olsaydı.
Her şey kader.
Gelecek herkes için. Ama gelecek planlarının duyguların bakış açısının değişmesiyle yeni bir şekil alması kabullenilemez bir gerçek.
Bazen vücudunun farklı yerleri ağrılar, sızılar içinde kalır. Midem ve karaciğerim ağrıyor. Ayakta dahi tutmayan mide ve karaciğer ağrısı. Ağrılar, duygular... soyut şeylerin bu kadar feleğini döndürmesi katlanılamaz bir durum. Belki kaderim, en yakınımın kaderi gibidir. İyi hoş her yanımız benziyor, neden o yanımız da benzemesin. Keşke en yakın arkadaşım olan ama benim en uzak gördüğüm arkadaşım hayatta olsaydı.
Her şey kader.
9 Mart 2016 Çarşamba
Yorgun Hayaller
Bu sahneyi bir yerlerden hatırlıyorum. Toplantıda en gerekli olan ama evde unutulan dosya gibiyim. Demekki yaşananlardan ders alma huyum yok. Hata yaptığımı düşünmüyorum. Aynı hatayı aptallar yapardı ya hani, ben aptalları da seviyorum. Hatadan ziyade bir şeylere tutunmaya çalışma çabası diye nitelendirebilirim. İnancımı yitirmeye başladığım zamanlardayım. Tehlike çanları çalıyor ve hala çabalamaya devam ediyorum. Yoruldum ama kimsenin umurunda değil. Şikayet ediyor gibi görünebilirim fakat bu tükenmişlikten başka bir şey değil. 'Al bu kıl, bu da rüzgar' deseler ona bile gücüm yok. Küçükken pamuğa fasulye ekerdim filizlenirdi. En azından çabalarımın boşa gitmediğini anlardım. Şimdilerde ise topraktan yaratılanın filizler vermesini bekliyorum. Çocukluk o kadar saf ve güzelmiş. Keşke hep çocuk kalabilseydim.
Hayatlarını başka dudaklar arasına hapsetmiş insanlarla aynı dünyada yaşadığım için üzülüyorum. Zaten ben kendimden çok her şeye üzülürüm. Onların ne sevmeye ne de hayal kurmaya hakları var. İnancını, kendisine olan güvenini ve hayatlarını, başkalarının dudaklarına emanet ederek çoktan yitirmişlerdir. Çabalasa ne fayda çabalasam ne fayda...
Yeni tanıştığın örnekleri hayatındakilerle karşılaştıramıyorsan eğer sonun yeni tanıştıkların gibidir. İnsanlar ne zamandan beri kafalarını kaldırmaz oldular? Sevginin güçlü bağlarına ne zaman bu kadar inanır ve güvenir oldular? Kaybetmeye neden hep uzak akrabamız gibi davrandık? Patlak lastikle biraz daha yol gitmeye çalışan zavallılar gibiyiz. Belkide çaresiziz...
Eğer ki hayallerimi satmayı başarabilseydim dünyanın en zengin insanlarından biri olabilirdim. Hayaller satılır mı dediğinizi duyar gibiyim. Siz kimsiniz? Bu yazdıklarımı okuyor musunuz? Şaşırdım! Hayallerinde tükenmişlik sendromları vardır kanaatimce. O zaman geldiğinde yani milatlarını doldurduklarında artık bize ait olmadıklarını düşünürüm. Belkide başka hayatların elinde mutluluğu yakalayabilirler. Hayallerimi satabilseydim eğer, para yerine süreli sınırsız mutluluk isterdim. Yeni hayaller kurup zamanı geldiğinde elden çıkarmak kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Hem bu şekilde daha çabuk uyuyabilirdim.
Mutluluk demişken bir tavsiye; mutlulukların karşısına bir ayna koyup aynı mutluluğu bir nebze olsun siz de yaşayabilirsiniz.
Giderek artan radyasyon miktarı, ilişkilerdeki fondöten miktarı... iyi geceler demenin bile tadı kalmadı artık.
Hayatlarını başka dudaklar arasına hapsetmiş insanlarla aynı dünyada yaşadığım için üzülüyorum. Zaten ben kendimden çok her şeye üzülürüm. Onların ne sevmeye ne de hayal kurmaya hakları var. İnancını, kendisine olan güvenini ve hayatlarını, başkalarının dudaklarına emanet ederek çoktan yitirmişlerdir. Çabalasa ne fayda çabalasam ne fayda...
Yeni tanıştığın örnekleri hayatındakilerle karşılaştıramıyorsan eğer sonun yeni tanıştıkların gibidir. İnsanlar ne zamandan beri kafalarını kaldırmaz oldular? Sevginin güçlü bağlarına ne zaman bu kadar inanır ve güvenir oldular? Kaybetmeye neden hep uzak akrabamız gibi davrandık? Patlak lastikle biraz daha yol gitmeye çalışan zavallılar gibiyiz. Belkide çaresiziz...
Eğer ki hayallerimi satmayı başarabilseydim dünyanın en zengin insanlarından biri olabilirdim. Hayaller satılır mı dediğinizi duyar gibiyim. Siz kimsiniz? Bu yazdıklarımı okuyor musunuz? Şaşırdım! Hayallerinde tükenmişlik sendromları vardır kanaatimce. O zaman geldiğinde yani milatlarını doldurduklarında artık bize ait olmadıklarını düşünürüm. Belkide başka hayatların elinde mutluluğu yakalayabilirler. Hayallerimi satabilseydim eğer, para yerine süreli sınırsız mutluluk isterdim. Yeni hayaller kurup zamanı geldiğinde elden çıkarmak kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Hem bu şekilde daha çabuk uyuyabilirdim.
Mutluluk demişken bir tavsiye; mutlulukların karşısına bir ayna koyup aynı mutluluğu bir nebze olsun siz de yaşayabilirsiniz.
Giderek artan radyasyon miktarı, ilişkilerdeki fondöten miktarı... iyi geceler demenin bile tadı kalmadı artık.
4 Mart 2016 Cuma
Ben, Rüzgar ve Sokak Lambası
Küçük bir evdi, ama gözümdeki büyüklüğünü tarif dahi edemezdim. Karanlık koridorlardan karanlık odalara sürüklenip duruyordum. Yataklar cehennem, uykusuz geceler, ağlama nöbetleri... ve yalanlarla yaşamaya çalışan bir ben vardı ortada. Yalnızlığımın üzerine bal kaymak süreceğime, çikolatalı pudingi tercih ediyordum. Kahvaltım güneşin ilk ışıkları oluyordu. Herkesin hayattan kısa bir süre uzaklaştığı anlarda, sokak lambasını dert ortağı belliyordum. Duygularımı cam parçalarının bulunduğu poşete koyup ağzını sıkıca bağlamıştım. Kanlı mendillerim de içindeydi. Bari bu sefer ayrı kalmasınlar istedim. Rüzgarla başbaşa kaldığım zamanlarda sokak lambası göz kırpıyordu. 'Kuşlar sabahleyin gelecek bekle' diyordum, bozuluyordu. Onunla birlikte kendimi bu şekilde avutuyordum. Gözüm hep sokağın köşesinden dönecek olan sarı arabalardaydı. Gece tarifesi de açsalar, ben öderdim problem değildi. Yeter ki hayallerim çalsaydı kapımı. Saat kaç olursa olsun ben çayı hazır tutardım hep. Film tadındaki hayatımı dizi tadında yaşıyordum. Hayallerim sadece filmlerde gerçekleşebilirdi. Oturduğum sandalye kaba etimi kaşındırmaya devam ediyordu ama ben bekliyordum. Saat kullanmayı bırakmış, dünyanın hareketlerine göre zamanla oynuyordum. Amacım uykusuz geceler değildi, yatağım cehennemin ta kendisiydi. Ne kadar tan yeri ile iyi arkadaş olursam benim için o kadar iyiydi. Şarkılar bana eşlik etmek için can atıyordu fakat hepsi çok konuşuyor ve kafamı karıştırıyorlardı. Ama bilmiyorlardı;duygularımı cam parçalarının bulunduğu poşete koyduğumu... bu duygulara acı da dahildi. Kuşların düşkün oldukları şeyi en başından beri biliyordum. Kuşların göç mevsimiydi ve gidiyorlardı. Ağzım kapalı, ellerim bağlı... geri geleceklerine emin değildim. Sokak lambası, rüzgar... onları bekliyordu. Bir gün sokak lambası ışık vermemeye, rüzgar esmemeye başladı. Kuşlardan medet ummayı bıraktılar. Belkide en doğru şeyi yapıp, beklemeye son verdiler. Arada tan yerinin ağarmasıyla birlikte beni ziyarete geliyorlardı. Rüzgar, sokak lambasının tellerini titretip 'ben de buradayım!' diyordu. Bir tek onlar terketmedi beni. Yalan dünyanın tek güzel yanıydı onlar... Varsın kuşlar ebediyen geri dönmesinler...
Ölü bir bedenle konuşmak bin insana bedel. Her mezarlığa gittiğimde sanki herkes beni dinliyormuş gibi hissederim. Bugün de farklı olmadı. Ben anlattım onlar dinlediler. Bu dünyadaki dertleri öbür dünyaya gönderdim. Sanki yeterince dertleri yokmuş gibi. Benimkide yapılacak şey değil. Kaldıramadığın yükü neden omuzlarına alırsın ki? Onlar beni uğurlarken tüm dertlerimi ona, onlara bırakmıştım, hafiflemiştim. Tepenin arkasından doğan güneşe koşar gibiydim. Erişemeyeceğimi bile bile koşar gibi.
Ben, rüzgar ve sokak lambası. Biz böyle iyiydik. Kuşlar, sarı arabalar gelmese de olurdu ve olacakta.
Ölü bir bedenle konuşmak bin insana bedel. Her mezarlığa gittiğimde sanki herkes beni dinliyormuş gibi hissederim. Bugün de farklı olmadı. Ben anlattım onlar dinlediler. Bu dünyadaki dertleri öbür dünyaya gönderdim. Sanki yeterince dertleri yokmuş gibi. Benimkide yapılacak şey değil. Kaldıramadığın yükü neden omuzlarına alırsın ki? Onlar beni uğurlarken tüm dertlerimi ona, onlara bırakmıştım, hafiflemiştim. Tepenin arkasından doğan güneşe koşar gibiydim. Erişemeyeceğimi bile bile koşar gibi.
Ben, rüzgar ve sokak lambası. Biz böyle iyiydik. Kuşlar, sarı arabalar gelmese de olurdu ve olacakta.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)