19 Ağustos 2024 Pazartesi

Mora Çalan Yalnızlık

Babam hep şöyle derdi “böyle gidersen bir gün yalnız kalacaksın.” Haliyle bir baba olarak beni düşünüyordu. Fakat yalnızlığın kıymetini hiç sorgulamış mıydı? Kime ihtiyaç duyar bir insan yalnız kaldığında? Anneye, babaya, kardeşe, arkadaşa, sana? İyi hoş, ilk babam yalnız bırakmıştı beni. Yani öyleymiş, çocukmuşum ya hani; büyüyünce anlatılacakmış, baban ölünce çıkacakmış ortaya. Kızmadım ona, yaşasaydı da kızmadım. Ama böyle birine dönüşmemde payı var mıydı? Hani vardı ya bir halk ordinaryüsü, bunu iddia etmişti son zamanlarında. Kendi söküğünü onarmayı becerememiş ama herkese yamaların nasıl dikileceğini anlatan. Peki haklı olabilir miydi? Belki. Ama önce kendini ve yavrusunu görebilmeliydi. Ayrıca benden tek isteği de sadece yüz güldürebilmemdi. Kendisi başarabilmiş miydi? Yüz güldürme konusunda gamzesi olmayanın gamzelerini çıkarabildiğimden haberi var mıydı? Peki ya kendisinden daha çok, onlardan daha çok güldürdüğümden? Hepsi birer silik hikaye şimdilerde…


Yalnızlık diyordum: hiçbir zaman yolun sonu olmamıştı. Abartıldığı kadar yeraltındaki bir sığınak değildi. Aşinaydım ben senden önce de. Çırpınmadım hiç, tutunmak istemedim kimseye. Çünkü biliyordum, dilenmenin kök salmakla bağlantısı yoktu. Sormazdı kimse ne hissediyorsun diye, basıp geçerlerdi, alıp giderlerdi istediklerini. Doğru olan demlenmek değil miydi? Peki neden beceremez insan? Ee gidelim geçmişe yine! Babaya mı soralım, anneye mi? Hangisinin suçuydu böyle olmasına neden olan? Onları suçlayarak hayatın anlamını, kendi anlamını çözmeye çalışmak kaybolmakla sonuçlanırdı. Varken de yok gibiydiler, benim gibiydiler. Haklıydı belki de psikoloji bilimi. Peki ama savaşın mı bitmişti yoksa ben figüran olduğumu mu anlamıştım?

Günü gelen pişmanlıkların birinde insan soracak kendisine: neden yalnız kalmayı başaramadım diye. Neden yankılanmadı duvarlarımda hıçkırıklarım, neden yatağın en ucundaki soğukluğu hissedemedim diye. Daha da uzatayım mı? Hani aklınıza gelmez, belki bir empati falan? Hiç yoktan sempati? Çünkü hiç görmedim ben, ani kalkışların başarılı inişlerini. Dedim ya: günü gelen pişmanlıklar. Düne saygı duyulmayıp yoksayılmış, bugüne çirkin tebessümler atılmış, yarına ise köksüz güzellemeler salınmış…

Yazdıklarımdan bağımsız söylemek isterim ki bugün bir dönüm noktası benim için. Eğer bu satırları okuduysanız yüzünüzü aya dönüp, benim için gülümsemenizi isteyeceğim. Ay burcu yengeç olan bir kadın benim için gülümsemişti ay dedeye. Beni tanımamakla birlikte, bütün iyi dileklerinizi bir mahsun gülümsemeyle ay dedeye gönderirseniz beni çok mutlu edebilirsiniz. Çünkü anladım ki benden başka kimsenin gülümsemeye ihtiyacı kalmamış. Fazlasıyla varmış, açılmış, saçılmış… Satır aralarının değil, tüm satırların bana ait olduğunu anlamam daha dün gibiydi. Ama bugün önemini mora çalan bir Sezen Aksu şarkısıyla yitirdi.

16 Ağustos 2024 Cuma

4'ncü Evre Sonu 5'nci Evre Başı

Kendime kızmayı denemiştim başlarda. İyi gelir diye düşünmüştüm. Bir cevap aramıştım; tüm yanlışların arasında. Bulamayışım ondanmış, bedelmiş, ödenirmiş. Nasıl bir borca bulaştırdın beni tanrım! Nasıl bulandı içim dışım? Bu bulanıklık midemle mi alakalı yoksa beynimle mi? Bu çıkmaz neden?

Bazı sofralara meze olduğum akşamlarda duymaktan asla sıkılmadığım bir cümle var “ben olsaydım” diye başlayan. Peki siz olsaydınız nasıl başlardınız? Ben olmak size neden bu kadar uzak? Üstünüzde değilim, göz gözeyiz hala. Neden siz olsaydınız kafayı tırlatırdınız? Yoksa kader mahkumu mu olmalıydım? Fırsatta vardı elimde, dilimde, kalbimde… Peki ya beynimde? Çünkü ben beynimle sevdiğimi öğrendim. Kalbe yapılan klişe göndermelerin hiçbir anlam ifade etmediğini de kuşluk vaktinin ilk dakikalarında. Korkuyordum gecelerden ve bir de ayakım üşüyordu. Başında olmasa da sonunda öğrendiğim: güçsüz değilmişim. Meğersem ben, merhametin uzun soluklu dostuymuşum. Öyle derler ya, 7 yıldan uzun süren arkadaşlarınız artık ailenizdir diye. Siz kusuruma bakmayın, sallıyorum yine instagram postlarından, acınacak haldeyim. Burası beni belki sevimli bulursunuz diyeydi. Ha unutmadan, hani öyle derdi; yoksa iddia mı ederdi? Duyamadım, bir daha söyler misin? Sıra bende mi? Pekala… Dev aynası değil de boy aynası mı edinmeli? Ahh unutmuşum; yüzünden dolayı aynalarla olan uzaklığını. Yüzünden mi dedim! Alışkanlık işte…

Ve son demler artık. Sondan bir önceki evrenin çıkmazındayım. Merak etmeyin geri dönmeyeceğim. Çünkü yürüdüğüm yol kıymetlidir benim için. Gündelik heveslere değişmedim bugüne kadar. Yapmadım yaptığınızı, harcamadım bağlarımı, kaçmadım geçmişimden, kaldırmadım havaya doğru burnumu; bakmadım karşıdaki dağlara, korkmadım geleceğimden, satmadım kahkahalarımı; etmedim alemlerde meze, saldırmadım görmemiş gibi, yoksaymadım umarsızca, aramadım yüzsüzce, acıtmadım altını çize çize ve bir de yüreksizce…

Burası bir çıkmaz. Fakat son dönemde çıkmazın derinliklerine yeni komşular taşındı. Veryansın ettiler tabii ki demedikleri kalmadı. Dönemem dedim geri. Yardım edeceklerini söylediler; farklı bakış açıları sunarken. Evlerindeki gizli geçitten bahsettiler. Ama tanımıyorlardı beni, senin aksine. Tanımadan alamayız seni evimize dediler, yine senin aksine. Tanımaya değecek insanlardı, seninkilerin aksine. 5'nci evrenin portalıydı onlar, kıymetliydiler. Dedim ya geri dönemem; kıymetlidir yürüdüğüm yol uğrunda geçmişi bulanık olsa da. Halbuki biliyorum bir alt sokağın 5'nci evreye açıldığını. Eğer geri dönecek olursanız, çıkmazın derinliklerine adımlarınızı yönlendirmeden önce sağınıza solunuza iyice bakın derim. Ahımı düşürdüm bir yerlerde, derinlerde. Bulursanız onu da yanınızda getirin. Ama korkmadan yürüyün, merhametimin gölgesi en kral eşlikçiniz olsun, yine senin aksine, yine sizin aksinize…

Hoş geldin 5'nci evre!

11 Ağustos 2024 Pazar

Derdin Kendimi Bulmaktan Ziyade

Etkisi altındayım yıldızların. Aslında milyonlarca, milyarlarca yoklar. Gördüğüm kadarıyla çoğu sürekli kayma eğiliminde. Hayır, astigmatım olduğunu unutmadım. Birçok şeyi unutmadığım gibi. Sahi, neden unutamadım diye yazmadım? Unutmadım mı unutamadım mı? Çöplük durgun uzun zamandır. Gülümsüyorum çünkü, durgun bir çöplük senaryolara meze olur çoğu zaman; ıssızda geçiyor cinsinden. Plastik bir çocuk bisikleti de var aralarında, solmuş bir çift ciğer de. Hiç çocuk bisikleti kokar mı? Onu da geçtim peki ya hiç plastik kokar mı?

Usulca dolaşıyorum tüm tepeleri. Korkma kalbim özel isim değil burası, ilk defa mı çöplükte bulundun sen? Labirent vari bir yer burası. Sizin farklı tasvir etmenize karışmıyorum. Çöplüğüme dokunma! Biraz sekülercilik oynarken sisteme başkaldıralım. Uzağım sahte hayatlarınızdan. Kaldı ki mutluyum da. Her neyse ne diyordum? Tüm sokaklarına girilmiş, tüm tepeleri kuşatılmış… Tamam tamam devam ediyorum.

Yavaş yavaş atıyorum adımlarımı, bazen hiçbir şeyi kaçırmamak için bazen de kendimi tanıyamadığımdan. Çok mu önemli bu tanışıklığımız diyorum; cevabını yeni yeni duyuyorum. Çok mu eminsin duymadığımdan diyorum; aksini bile ima edemiyorum. Eğer bu dünyaya bir edebi sanat bırakacak olsam bu "tanıyıpta tanımamazlıktan gelme" olurdu. Durun! İlk önce ben kendimi tanıyacağım. Yoksa size ilk anlamıyla “iyi” gelemem.

İyi demişken, çöplükte bulamamışım. Sanki oradalar ama yok gibilerde derinlerde. Sadece bir his. Artık his yumağı da değil. Çünkü artık hepsi yerli yerinde. Tepelerin derinliklerindeki iyiler toprağa karışmış birer mikroorganizma gibiler. Görmek imkansız olmasa bile ulaşmak, imkansızdan da öte. Yine de orada olduklarını bilmek, kim olduğumu hatırlatan cinsten. Hissedemiyor da olabilirdim. Düşünsene nasıl fena, nasıl boktan…

Zamanı demliyorum artık. Ne zaman bir yudum alabilirim, bilmiyorum. Dönemin büyük riyakarlarını irdeliyorum. Ne zaman bir haber gelir, bilmiyorum. Bir gözüm geçmişime odaklanırken, diğer gözüm “gelmişini ne yapacağız” diyerekten mahsun. Bir de kalp gözüm var tabiki hatırlatan güzellikleri ve aynı zamanda kötülükleri. İnsanımsı değil insanmışım meğersem, nitelikliymiş sevgim. Beyaz eşyaymışım meğersem, dayanıklıymış alt metnim. Ama şans işiymişim bir yerde, kullanmasını bilene. Yitirilmişim de günün birinde; hiç değmeyecek son bir tüketiciye…

Şimdilik son bir ah… Tepelerin dibinde iyiler de yok artık, görünürde kötüler de. Sadece acı bir halüsinasyondan ibaret kekremsi görüntüler kalmış yığınla. Onlarıda yağmura emanet ederken dilimde bir acı beddua; iyi kalpli insanların tezahür edebildiği türden...

 

Not: Başlığım doğru

25 Şubat 2024 Pazar

Yatağın Soğuk Tarafı Sıcak Kalmalı

Kendimi kaybedişimin üzerinden fazla geçmedi. Sanırım birkaç ay önceydi. Bulduğumu sandığım anlar da oldu ancak birer kandırmacadan ibaretti. Aslında kandırmacadan da öte bilmediğime alışmak istememekmiş. Hiç böyle olmamıştı ve hiçbir zaman da böyle olmayacak düşüncesiyle yaşamıştım. Uzun bir hikayeydi anlayacağınız. Ama biz anlayamamıştık. O şeyin içindeyken anlamsız gelenler, değerini yitirmiş gibi gözükenler, oyun bittiğinde ne kadar da kıymete binermiş. Oyun bitti dediysem eller yukarı gibi değil. Sobeleneli çok oldu. Hatta üzerinden yıllar geçti. Ama şimdi bakıyorum da çoğu yanılsama, eksiklikleri gidermek için kullanılırmış. Sevilme isteği, ilgi görme isteği, ilgi duyma isteği... Tarkan'ın karması mıdır bilinmez ama ona da inanırım hani. Önemli olan "hatalar yapılır mühim değil" diyebilecek alanı yaratabilmekmiş. Neden bir dağ olamadım bunca zaman? Bir dağdım aslında; bir dağ serabı. Sönmüş bir volkanikte değildim küllerimden doğabileyim. Bu sefer başaramadım. Ben kendime dayanamazken sen nasıl dayanabilirdin bana? Sertab'ın dediği gibi, biraz daha dayansaydın sarar mıydık belki? Ama çokta istedim gitme diyebilmeyi. Bir ölüm mü doğurduk şimdi? Emzirecek miyiz bile bile?

Ölüm demişken, ölüm acısıyla birebir yüzleşmeyenlerin ayrılık acısının nasıl hissettirdiğini tam olarak anlayamadıklarını düşünmekteyim. Babamı kaybettiğimde 19 yaşındaydım. Ölüm haberini aldığım günü hatırlıyorum. Sıcak bir histi, çok sıcaktı. Hani yemekten bir kaşık alırsın ve damağın yanar. Ama acısı gün geçtikçe daha da artar, demlendikçe koyulaşır acın. Kaldı ki gelişim çağındaki bir çocuktan birkaç yıl ayrı kalmış bir babanın hissettirdiği duygulardı bunlar. Yıllarca mücadelesini verdiğim, tanımlamaya çalıştığım bir duygu yumağıydı ve bitmedi. Ayrılıkla ölümü birbirinden ayıramıyorum o yüzden. Hele ki ilk ve son'da da dedikleri gibi, "her şey sığmaz aslında onca yıla ama sığdı" cinsinden izler taşıyorsa bu ayrılık. İşin en acı tarafı, köz haline gelmeyecek, küllenmeyecek. Çünkü ben ölümü biliyorum. Sıtmaya razılığımı kaybedeli de çok oldu.

Bir hologramla hayatıma devam ediyor gibiyim. Birden mutfak sandalyesinde beliriyor. Karşılıklı oturuyoruz. Ben çay içiyorum, ağlıyorum. O gülümsüyor. Daha sonra koltuğun köşesinde fark ediyorum onu. Dizlerine yatmak istiyorum, ağlıyorum. Duş alırken duşakabinin kapısı açılıyor, bir anda beliriyor. Ağlıyorum diyorum, gülümsemeye devam ediyor. Araba kullanırken de yanımda oturuyor. Bu seferde dinlediğim şarkıların ne kadar sıkıcı olduğunu söylüyor. Anılarımızın olduğu yerlerden geçiyorum. Bazılarına umarsızca sürüyorum, düşünmeden koşuyorum. Bir göl kıyısında meyveler yediğimiz bankta oturuyorum. Bu seferde yanımda yoksun, korkuyorum. Ama beni yenemediği tek bir yer var. Yatağın soğuk tarafını sıcak tutmaya çalışıyorum. Çizgi filmlerde ruhun bedenden çıkışını hatırlıyorum. Şimdilerde o hologramla adeta bütünleşiyorum. Birlikte uyuyor, birlikte uyanıyoruz. Ama sadece ayaklarım üşüyor. Normal mi?

Her neyin içindeysek bunu onunla mahvettik. Bu sefer beceremedim, beceremedik. Şimdi şarkılarda buluşuyoruz. Ağlıyoruz, gülüyoruz, birbirimize giydirmeye devam ediyoruz. Suçlarken birbirimizi en güzelleri yitirmişiz, görememişiz. Şimdilerde daha iyi anlıyorum. Kabul ediyorum; çok özledim. Sesini, tenini, kokusunu... Sanırım en çokta uyandığım ilk saniyeler hayatımda varoluş hissinin verdiği mutluluğu. Dur, dur! Ağlamayı sevmediğimi söylemiş miydim?

Buraya kadar okuduysanız, merak etmeyin bitiyor. Tahmin ettiğiniz gibi yazdıklarım son buluyor.

9 Şubat 2024 Cuma

Ardına Bakma

Bize zarar verenleri hayatımızdan çıkarmak ne kolaydır aslında. Özellikle sinirlerimize hakim olamadığımız zamanlarda bir saman alevi vaziyeti alırız. Fakat önemli olan bu süreci kızgınlıklarımızın durulduğu düzlemde ele alabilmekte. Bazen her şeyin farkında olup sustuklarınız vardır; kendinize koyduğunuz zaman aralıklarıyla süslenmiş. Hani zamana bırakmak gibi değil de içinizin soğukluğunu hissettiğiniz anı bekleyen. Gözbebeklerini büyütecek, kan basıncını yükseltecek yüzleşmelerin kararını aldıran ağrılı o süreç. Kızgınlıkların kırgınlıklara dönüştüğü, kapanma olasılığının varlığı bilinen ancak kapanması istenmeyen yara izlerini barındıran, burun direğinin sızlamasının ne olduğunu anlatan sancılı o süreç. Bildiklerini saklamanın verdiği oburluk hissinin dayanılmaz hale geldiği, geçmişini bilmeyenlere karşı oynadığın köşe kapmacaların yorgunluğunu hissettiğin, bilenlere karşı köprücük kemiği arkadaşlığı kurduğun sürüncemeli o süreç...

Ardıma bakmadan yaşamın ne demek olduğunu bilmiyorum. Baksanıza süreç deyip durdum. Bir yoldayım ancak kendi yoluma da benziyor. Sadece benziyor. Delta gibi çatallaşıyor fakat sürekli kendi yoluma benzeyene bağlanıyor. Sizi tanımıyordum, nereden geldiniz? Neden yollarımız kesiştiği halde sizin yolunuzdayım? Yorgun olduğumu sen biliyorsun. Bir dakika hayır, sen bilmiyorsun, sen de bilmiyorsun. Matematiğim kötüdür ama bu denklemde kaç kişi olduğunu bilmeyecek kadar da aptalımdır. Aptalım dediysem sizi savurup, sizinle savrulacak kadar aptalım. Bulunacağım günü beklemekteyim. Ama siz bir an önce lütfen durulun. Durulun çünkü geçen akşamlardan birinde yağmur yağdı, sizinle birlikte dinledik. Oysa siyah bir kalemle kırmızı çizgiler çizmiştik. Sonra kırmızılar birden aktı, aktı ve aktı... Peki ya bu ben miyim? Neye dönüştüm, kim oldum? Sen kimsin? Nereden geldiniz?

Ne diyordum? Ardımda bırakacaklarımdan bahsediyordum. Gözlerimin içine bakıp, bildiklerimi söyleyemeyenlerden, türlü bahanelere sığınanlardan, davranışlarına gölge düşürenlerden bahsediyordum. Hani şu, midem müsaade etse gözlerim belki bulanacak tarzındaki bildiklerimden. Oburluğun son bularak türlü yargılamalara maruz kalacağım o anın ateşiyle sönmekteyim. Ben yanmadım, söndürüldüm.

11 Ocak 2024 Perşembe

Dengeli Yaşamın Bir Numarası Yok

Kısa süreli ruh değişikliklerinin verdiği hazzı psikopatça buluyorum. Hiçbir davranışın normal bir formu olamaz, bunu da kabul ediyorum. Koltukta binbir umutsuzluklarla sızıp kalmışken, ağlayarak uyumuşsan veya ağlayarak uyanmışsan; gelen bir mesajın, aramanın dünyanı nasıl güzelleştirdiğine tanık oluyorsun. Az önce süzülen yaşlar da sana aitti, bu gülümseme de. Bu dengesizliği dengelemek adına ne yapılabilir henüz bilmiyorum. Tek yapabildiğim tüm odaları sulamak gözyaşlarımla. Sonra tüm odalarda şarkılar söylemek, kahkahalar atmak. Dengelemek demiştim ama yaşamın tadı dengesiz olmasında sanırım. Kalp atışlarımız gibi. Bir yukarıda bir aşağıda. Düz çizgiyi çizmemeli hiçbir zaman. O zaman denge arayışını bir kenara bırakmalı. Ne yapmalı? İnişleri severken çıkışları elimizin tersiyle itmeli. Evet!

Sevmeye aşık olan birinin hikayesindeki başrolü canlandırıyorum. Biliyorum, en iyi yapabildiğim şeylerden biri sevmek. Bazen sevilmeyi de deli gibi istediğim olmuyor değil. Sevilmek neydi? Hatırlamıyordum uzun zamandır. Hoş, bir nergis taklidi yapmana hiç gerek yoktu. Ben senin kardeleninken, sen neden benim nergisim oluyorsun? Rengarenk çiçeklerini açman için illa baharı mı beklemeliyiz? Toprağın altında buluşabileceğimiz gerçeğini unutmuş değilim. Ama ben seni tüm renklerinle sevmek istiyorum. Ben toprağın üzerine atmışken kendimi, sen bir şeyler söyleyip toprağa geri çekilmemelisin. Dikkat etmelisin çiçeklerine zarar gelmesin. Belki de hiçbir zaman bir kardeleni sevmedin. Bir kardelen tarafından da sevilmedin. Olsun, bahara ne kaldı?

Son bir şey daha. Bazen sırf değersiz hissetmek için kendinizi değersizleştirdiğiniz oluyor mu? Kendi değerinizi sizden başka hiç kimse belirleyemezken ve ipler bizim elimizdeyken bunu neden yapıyoruz? Dipte olmanın sessizliğini mi, yoksa yeniden gerçekleşecek geri dönüşlerin hazzını mı seviyoruz? Peki ya bu kadar soru hayatımız boyunca cevapsız kalırsa? Tıpkı bu sorunun cevapsız kaldığı gibi...

24 Aralık 2023 Pazar

Ne Yaparsan Yap Diyemem Zaman

Bağlar... Hayatımız boyunca sahip çıktığımız o görünmez örüntüler. Bazen özen göstermediğimiz, bazen yere göre sığdıramadığımız. Öyle anlaşılmaz geliyor ki ömrün boyunca söküp atamayacağın görünmez bir bütününün olduğu gerçeği. Mantığın devre dışı, yapabileceklerin sınırlı... Halbuki böyle konuşmamıştık zaman! Gerçeklerle işimizin olmadığını söylememiş miydik birbirimize? Sözlerimizi tutamayacağımız aşikardı. Çünkü sözler, tutulmamak için verilirdi. Peki sen zaman! Neden türlü oyunlarla karşıma çıkma eğilimindesin? Geceler hani benimdi? Neden geceler üzerinde hakkın olduğunu iddia ediyorsun şimdilerde? Boşlukta sallanan sarkacının farkındayım. Ama varlığını oluşturan en büyük belirsizlik boşluk değil miydi? Cevapları sende de yok değil mi? Sana bu kadar hızlı hareket etmemen gerektiğini söylemiştim. Beni ne zaman yanıltacaksın zaman?

Dün gece bekledim, geri gelmedin. Neden bunu yapıyorsun? Vakit ne olursa olsun ulaşabilirdim sana. Çünkü beni hiç yalnız bırakmamıştın. Ben yalnızlığı, zamansızlığınla öğrendim. Bana koyan en büyük yanın, istediğimde sana ulaşamamak oldu. Sadece bana mı bu nankörlüğün, alaycı tavrın? Cevap verecek ne kadar çok soru varmış oysaki...

Tarifi olmayan duyguları kağıtlara yazdırmaya çalışıyorsun bir de şimdilerde. Alay etme! Zamansız gittin ama zamansızlığını sevdim senin. Akrep ve yelkovanla da aram iyidir. Sen onları düşünme istersen. Bir gün doğru vaktin geldiğini düşünürsen, onlar yine sana eşlik edeceklerdir. Bak, yine anlatamadım zaman.

21 Aralık 2023 Perşembe

Biraz Daha Uyumak İster Misin?

Eski bir apartmanda katlar arasında dolaşıyordu. Bir kapıyı seçer gibi yaptı. Halbuki kapı aralanmış şekilde duruyordu. Çalmaya yeltendi ve farkına vardı. Parmak uçları yetmediği için avucunun içini de kullanmaya başladı. Araladıkça gelen ılık esintinin onu üşüteceğini bilmiyordu. 

O ılık ve gizemli esintinin büyüsüne kapılmayı sanki daha önce de yaşamıştı. Bu bir dejavu muydu? Umursamadı. Bunun bir bilinmezliğe açılan kapı olduğuna inanmak istedi. Kapıyı ardına kadar araladı. Menteşeleri yeni yağlanmıştı bu kapının. Karaktersiz bir adamın cıvıklığına eşdeğerdi. Eşikten adımını atmadan bir süre bekledi. Avuçlarının yandığını hissetti. Yanan sadece avuçları mıydı? Sırada yanarak yitireceği neyi vardı? Kafasını usulca kaldırdı ve karşısındaki aynada benliğinin buz kestiğine tanıklık etti. Hangisi oydu? Yanacak mıydı yoksa donacak mıydı? 

Kararsız, titrek ve bir o kadarda özgüvenli ses tonuyla kendine seslendi. Oysaki kendi sesini bile duyamıyordu. Aynada dudaklarını okumaya çalıştı ancak başaramadı. Fakat insan, kendi sesini duyamasa bile aklından geçenleri anlayabilir. Yoksa bu yetisini de mi kaybetmişti? Ancak bu yetisini kaybetmişse aklını da yitirmesi gerekmez miydi? 

Oldukça kısa ancak türlü yaşanmışlıkları da barındıran koridorda yürümeye başladı. Kara sıvalı, beyaz boyalı duvarların üzerindeki çivileri fark etti. Bu olmak istediği ev değildi. Elleriyle gözlerini ovuşturdu. Bir anlık öfkeyle bir kez daha denedi... 

Koridorun öteki ucundaki odaya doğru yöneldi. Bunlar kendinden emin adımlardı. Ses tonundaki kararsızlık hali adımlarında yoktu. Adımlarını hızlandırırken bir yandan da şarkılar mırıldanmaya başlamıştı. Attığı her adımda, bastığı her noktada sanki çiçekler bitiyordu. Saçları adeta birer sarmaşık gibi uzanmıştı koridorda. Böylesini herkes hayal ederdi. 

Odanın kapısına geldiğinde kapı bu kez sonuna kadar açıktı. Girmeden önce bekledi, bir sesin onu davet etmesini deliler gibi istedi. Ama unuttuğu tek bir şey vardı; duyamıyordu. Ne yapacaktı? Beklemeyi sever miydi? Sevmeyi bilir miydi? Sevginin dilencisi olur muydu? 

Yine de bekledi. Neyi beklediğini o da bilmiyordu. Fakat sonunda dayanamadı. Kafasını uzattı ve odanın içinde hayalini kurduğu ruh parçacıklarını aradı. Pek tabi dağılmışlardı. Neredeyse hepsi tanınmaz haldeydi. Değdi mi? diye kendine sordu. Cevap veremeyeceği soruları kendisine sormaktan hoşlanırdı. Başlangıçta yakmadığı odanın ışığını söndürmek istedi. Böyle bir şey mümkün müydü? 

Arkasını döndü ve koridorun diğer ucundaki odanın kapısının olmadığını fark etti. Halbuki az zaman önce oradaydı. Şimdi kapının yerinde turuncu tuğlalar vardı. Aralarına çimento atılmamış, sıvası henüz yapılmamıştı. Koşmak istedi ama koştukça tuğlaların uzaklaştığını gördü. Çiçekler yerini sarmaşıklara, sarmaşıklar yerini pişmanlığa, pişmanlık yerini bir çürümüşlüğe bırakacaktı. 

Daha sonra koridor kısaldı kısalmasına. Ne kapı kaldı, ne de örülme aşamasındaki kapı duvar. Sadece etrafını saran sarmaşıklar, üzerine gelen duvarlar ve o boşluk hissi... 

Kurtulmak mı istiyorsun? Uyanmayı dene.

25 Ocak 2019 Cuma

Ruhların Çıplaklığı

Maddeden bağımsız yaşayabilirsin fakat ruhların yokluğundan bahsetmek neredeyse imkansızdır. Düşündüğün ve hissettiğin her toz zerresi ruhun dışındadır, ruh ile alakası yoktur belkide. Biz insanlar bir toz zerresi bile değiliz. Aynanın karşısına geçtiğimizde gördüğümüz o suret, toz zerresinden farksızdır. Sadece fırtınalı yağmurlarını korkusuzca yağdırabilmesi ruhun ta kendisidir. İnsan değil, aynalar ağlar.

Kalabalıklar arasında çıplak hissetmem ceplerimdekilerin bitmesiyle birlikte başlıyor ve fark edilmemek en zor başlangıçları hazırlıyor. Hiçbir zaman zor olmamıştır bitişler, yitirmeler, vazgeçmeler. Her bitiş sancılı bir gebeliğin habercisidir. Parmakların gözlerindeki ruh akıntılarını silerken, gözlerin çıplaklığını yüzüne vuran görüntüler sunarken ve ruhun ne yapacağını bilemezken yaptığın her başlangıç yeni doğmuş bir bebeğin görüntüsünden farksızdır. Hareketlerin, çıkarmaya çalıştığın sesler ve boşa giden çabaların. "Beni duyun, ben sizin için buradayım, sizi seviyorum" gibi haykırışların sessizliğinde.

Ruh için savaşmak ve bu savaşı kazanmak her zaman ilk sırada gelmiştir benim için. Dişlerimin ve burnumun yamuk olması ya da uykudan her uyanışımda yağlanan saçlarım değildir beni ben yapan. Ruhumu ve ruhları besleyebildiğimdir bana müjde gibi sunulan. Ceplerim boşalsa da, ruhumun parçalanmaması ayakta tutar beni. Çünkü ruhumu ne kadar parçalarsam o kadar azalır sevgi taneciklerim, mutluluk partiküllerim, ruh parçacıklarını birleştirme yeteneğim. Ruhum, bedenimin yol açtığı yorgunlukları onarır ve bedenim ruhumun enerji kaynağıdır her zaman. 

Ruhumun varlığını hissedebildiğim her yol sonsuz ve biriciktir. Önümde herhangi bir yol çalışmasının gerçekleşmesi, yoldaki yamalar, bazı tali yollara bağlanması benim için önemsizdir. Bitmeyen ve geri dönüşün imkansız olduğu bu yolun güzelliklerine odaklanmak, ruhumun uydurduğu bir yalandan ziyade, inanmak istediğim kandırmacaların en güzelidir. Gittiği yere kadar değil, sonsuza ulaşmak içindir tüm katettiklerim, yaralarım, eksikliklerim, hatalarım, güzelliklerim...

Çıplak bir bebek ruhu hayal ediyorum. Yeni doğmamış ama yeteri kadar da yaşamış bir bebek ruhu bu. Güçlüdür belki kendince, belki yaralı. Ben sadece payıma düşen ruh parçacıklarından sorumluyumdur. Benden bağımsız ama aynı zamanda benim de ruh parçacıklarıma ihtiyaç duyan, bir bütünü bütün yapan diğer parçacıklar da artık bana göz kırpmaktadır ve şiddetli bir çekim ile üzerime gelmektedir. Ne zaman bir ruh çıkmazına girsem bazen korkudan, bazen sevgiden, bazen de her neyden ise yeniden gebe kalırım. Bu sancılı gebelik süreci uzun sürmez fakat zaman illetini bu formülde her zaman unuttuğum için düşük yapma ihtimalimi göz ardı ederim. Düşürdüğüm her bebek için bir anda pişman olabilirim. Belki yolun sonuna geldiğimde de pişman olabilirim. Sahi, neden sürekli pişmanlıklarımı büyütmüşüm?

Ruhumu giydirmek ve çıplaklığını sonlandırmak için ruhumun hayalet sürücüsüne ihtiyacım olduğunu biliyorum. Ruhumu bir çıkmaza hapseden ve iki bütünden bir bütün yaratabilen diğer ruh parçacıklarını bulmam gerekecek. Yeniden gebe kalmaya hazırım. Fakat bu seferki gebeliğimin sonlanması, ruh parçacıklarının çarpışarak yok olmasına zemin hazırlayacaktır. Parçalar, bütünler ve ruhlar. 

Bilinmezin mücadelesini vermek değil, ruhumun istediğini ve bütünü oluşturan ruh parçacıklarının istediklerini verebilmek için yola devam ediyorum.



2 Haziran 2016 Perşembe

Yok Oluş

Birinin şu çiçeğe çiçek coşturan vermesi gerekiyor. Belki sek olmayabilir su ile karıştırılıp verilse daha doğru olur. Kalbim yalan söylüyor olamaz: Çürüyorsun!
Zamanın ilaç olduğu ısrarla söylenir ya hani, işte hayattaki saçmalıklardan biride bu zaman silsilesi. Hiçbir zaman iyi şeyler getirdiğini görmedim. İyi şeyler götürdüğünü de çok gördüm. Beklemek sinek ısırığı gibi çok tatlı hissettirsede, sonunda renkli hayallere kavuşacağını sanan insanlarız bizler. Hepimiz aynıyız. Hayalin tadına bakmamış olan kalpleri yosunlaşmış insanlardan bahsetmiyorum. Hayaller uyutuyor beni, hayaller uyandırıyor. Sinek ısırığının tadının bu denli güzel, acısının da bu denli uzun olabileceğini tahmin etmiyor değildim. Büyüyordum ve büyüdükçe hayallerimden bir nebze uzaklaşmamakla birlikte için için çürüyordum. Sanki kalbimle aynı masaya oturmuş dertleşirken, bir yandan da yok oluşumu izliyorduk. Kalbimle, ilk başta beynimin çürüyüşünü sonrada sinir sistemimi, belki arada bağırsaklarımı ya da karaciğerimi alt etmenin zaferini kutluyorduk. Mutluyduk hem de çok mutlu... Ama sen kim köpeksin ki beynini o masaya oturtmayasın.  Birinin ağzını kapatsan diğerinin kelebekleri uçuşuyor, kelebeklerini öldürsen diğerinin çenesi kapanmıyor. Bu kısır döngü böyle sürüp gidiyor. ''Çare ne!'' diyorum, ''Çaremiz ne!'' ikiside susuyor, susuyor, susuyor...
Sevdiğim şeyleri tek tek almaya devam ediyor zaman. Kalbimi, beynimi, sevgimi... En yakın arkadaşım olan kalbim bile artık tek kelime etmiyor... Çaresizlik bu olsa gerek.

24 Mayıs 2016 Salı

Çaresiz

Zurnanın zart zurt dediği yere geldiğimiz vakitlerdir artık. Tünelin sonundaki ışığın belirginleştiği, çürümeye dönen çiçeklerin zevk vermediği, özveri açıklarının yaşandığı zamanlar bunlar. Bazen hayatının en güzel günü bazen pişman olacağın vakit kaybı. İpin ucunu bir kere kaçırdın mı gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Hayata tutunduğum dallar birer birer elimde kalmaya devam ediyor. Yapraklarda dökülüyor bu arada...
Çaresizliğin bu kadar büyüdüğü, karar verebilmenin bu kadar zorlaştığı bir zaman hatırlamıyorum. Neyi nereye koyacağımı, önceleri yerlerini bildiğim parçaların nereye ait olduğunu hatırlayamıyorum hatta bilmiyorum. Hatırlamak kolay olsaydı eğer insanlar güzel şeyleri hatırlayabilirlerdi. Güzel şeyler hatırlanır güzel şeyler hep var mıdır? Hepsi gölgelerden ibaretler. Gölgelerin cansızlığında güzel şeylerin varlığından nasıl söz edebilirim ki?
Bu sene; kazıkların en hasını yediğim, üzüntülerin en büyüklerini yaşadığım; acının dozajının fazlasıyla aşıldığı bir yıl. En zoruda 53 yaşında bir insan gibi hissetmemdir. Şikayetçi değilim. Sanırım güçsüzlüğümün tavan fiyatının taban fiyatıyla yer değiştirdiği bir zaman. En kötüsüde sabretmeyi doruklarda yaşamak saçmalığı.. Bununla beraber kendime yaptığım işkencenin haddi hesabı belli değil. Sabredince bütün sevgiler ve çıkmazlar bir gün yok olur diye biliyordum. Hani neredeler? Yanlışın defalarca kucak açtığı biriyim. Elimde olsa hiç gelmezdim bu dünyaya ne var ki artık çok geç. Nefes aldığıma şükretmeliyim. Sonra diyorum ki; hiçbir şey diyemiyorum. Diyecek çok şeyim olmasına rağmen isteksizlerin, anlaşılmazların başında geliyorum. Kelimeleri düzenli bir hale koymak bile başında geldiğim şeyler yüzünden yorucu, katlanılamaz ve tükenmişlik... 
Her şeyi geçtim. 1 saat önce kavga ettiğin insanı 1 saat sonra nasıl olurda deliler gibi sevebilirsin? Ben bunun adını 2 seneden beri hala koyamadım ve koymakta istemiyorum. Yaşananlar ne kadar kötü olursa olsun baş koyduğun yolda hayallerin ve hedeflerin uğruna birlikte, el ele yürüyebileceğin bir insanın elini tutabilmişsen eğer Allah'a binlerce kez şükretmelisin. Ki ben defalarca şükrediyorum. Adını bilemediğim bu duyguyu çok seviyorum ve sevmeyede devam edeceğim...
Candancım, tercümann olmaya...
Candan Erçetin - Beklemeden...

19 Mayıs 2016 Perşembe

Gizli Özne: Yelkovan

Yazacak birçok şeyin olmasıyla beraber yazamayacak birçok şey de var. Klavyenin tuşlarını görebilmem bile bir mucize sayılabilir. Hastalığın henüz başlarındayım. Saçlarınızı kurutmadan sakın dışarı çıkmayın, aceleniz olsa bile çıkmayın. Neden her şey geldiği zaman üst üste gelir ki? Bunu çok merak ediyorum. Mesela bugün saçların nasıl bir mantıkla çıktığını merak falan ettim. Araştırmam lazım bunları...
Herhalde sevmek kavramı benim kişiliğime yakışmıyor, uymuyor, uydurulamıyor. Belki ben beceremiyorum. Her insan mutlu olmak ister, bunu hak ettiğini düşünür. Bende onlardan biri olmayı çok isterdim. Zaman zaman mutlu olunabiliyor. Uzun sürmese bile biraz ondan biraz şundan ortaya farklı bir şeyler çıkıveriyor. Her şeyin fazlasının zarar olduğu gibi mutluluğunda, acınında, sigaranında fazlası zarar. Zararlı olan her şey güzeldir ya hani, işte saydıklarımda bunlardan birkaç tanesi (sigarayı safdışı bırakalım, meret)...
Duvardaki saatin ikide bir teklemesinden belliydi benim bir şeyleri beceremeyecek oluşum. Ne kadar iyi pil takarsam takayım, o yine en iyisini istiyordu. Tak çıkar tak çıkar beni yoruyordu. Sonunda pes ettim zaten. O bana bakar, ben ona bakamaz oldum. Ara sıra gözüm kaysada kayıyordu işte yalan yok...
Hayatım boyunca demeyeyimde zaman zaman akrep'e benzetildim. Hayatımdaki herkes meğersem yelkovanmış. Ben onlara değil onlar bana gelirmiş. Arada dönüp duran çubukta zamanı simgelermiş. Bizleri buluşturmak için gece gündüz üstümüzden geçermiş. Bir zaman bizi aydınlatırken, bazı zaman karanlıklara gömermiş. Tek isteği bizi yan yana, üst üste getirmekmiş. Yorulduğu zamanda iki kez doğru zamanı gösterirmiş. Bazı zamanlar rolleri değişirdik. Ben yelkovan olurdum onlar akrep. Ama ne zaman yelkovan olsam çubuk yorgun düşermiş. Ya teklermiş yada bırakırmış kendini. Onun için ne zaman yelkovan olduysam sadece iki kez doğruyu gösterebildim. İnsanlar gözlerinin ucuyla dahi bakmadılar. Döndüğün zaman gözlerini ayıramadıkları seni, bir hiç gibi yalnızlığınla baş başa bıraktılar. Onlar için yaptıkların önemli değildir artık. Suç senin değil zamanındır aslında...
Hayatınızda ilklerin yeri ayrıdır ya hani, hani onlar unutulmaz vs vs... Hani dersiniz ya 'bu sefer farklı'. O kadar inanırsınız ki buna salaklığınızı fark etmezsiniz bile. Kendinizi kandırdığınızı çok çok sonra anlarsınız. Kurduğunuz hayaller, verdiğiniz sözler, öznesini, yüklemini, dolaylısını, zarfını özenle seçtiğiniz cümleler yok olur birdenbire. Geriye sadece gizli özne kalmıştır... G.Ö: Ben
Yumuşak kalpli olmak, hani o gidememek var ya o gidememek, gitmek isteyipte kalmak. İşte o duygu ah o duygunun Allah belasını versin. Sen yapamazsın ama gözünün yaşına bakmazlar. En büyük salaklıklarımızdan biride bu diye düşünüyorum. Salaklık demekte çok büyük haksızlık olur aslında. İnsan olabilmek yakışır buraya. Şöyle bir bakarsam, ben sevmeyi becerebilen insanlardanım yada kendimi avutmasını çok iyi biliyorum...

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Ben Bir Kalp Arıyorum

Merhaba, ben tüm unuttuklarına dahil varlığım. Yazana kadar kim bilir daha kaç mum sönecek, kaç kişi göçecek.. Uzun zaman sonra kelimelerle oynamamın ne gereği var bilmiyorum. Hemde böyle bir akşamda.. Aslında içindem hiçbir şey söylemek gelmiyor. Ne kendimi ne de seni üzecek halim var. Bu kadar kötü olabileceğini, kötü gideceğini düşünmemiştim. Her şeyin tozpembe olmayacağını, bunun imkansız olduğunu biliyordum. Belkide ben pembeyi sevmiyordum. Ben sevmeyi zorunluluk sayıyormuşum. Her insanın birini sevmesi zorundaymış gibi. Sonradan öğrendim öyle olmadığını. Birini yada bir şeyi sevmenin ne kadar zor olduğunu yaşayarak anlayabilirsin demişti, haklıydı..
Onu tanımıyordum ama söylediklerinin doğruluğuna inanıyordum. Hiç görmemiş olmama rağmen. Şu aşamada sorarsan neyden bahsediyorsun diye, hiçbir fikrim yok derim. Çünkü sevmek, sevilmek fikri olmayanların becerebildiği bir oyun. Dersen ki oyunlar kurallara göre oynanır.. Bence bu bir kumar, blöf, yalan.. En zengininden en fakirine kadar hiçbir varlık gerektirmeden oynanan bu kumar.. Kumar masalarında elbet biri kazanır yada şansı yaver gidenler dengeli bir şekilde bölüşür. Diğer bir ihtimal herkesin kaybetmesidir. Buna ben de dahilim. Diyeceksin ki elbet biri kazanmalı. Ben ne kazandığımı biliyorum ne de kaybettiğimi. Sürüklenip gidiyorum. Memnun muyum? hiç bilmiyorum. Belkide acı çekmeyi seviyorum. Acı çekmek.. onun ne demek olduğunu hatırlamaz gibiyim. Ne gözümde bir yaş, ne kalbimde bir sızı, ne sıcak nefesim.. Onlarda terk edip gittiler. Sırada tek tek dökülen saçlarım var...
En başından beri söylemek istediğim bir şey vardı. Tüm eveleyip gevelemem bu yüzden..
Ben bir kalp arıyorum, hiç buralarda gördün mü?
Saf ve temiz...
Zamanla alay eden ben, bunun ne demek olduğunu şimdilerde anlıyorum. Bilmediğim o kadar çok şey varmış ki bu hayatta ve hala bilmediklerim... Sorular sorup kendimden cevaplar bekliyorum. Uzun zamandan beri cevap vermemi bekliyorum. Zaman o kadar çabuk geçti ki...
Bulamadığım, bulamayacağım bir şey arıyor gibiyim. Bulursam memnun kalır mıyım? hiçbir fikrim yok. Sahi, ben bir kalp arıyordum. Hala cevap vermedin. Yoksa görmedin mi? Hay Allah! En çokta sana bağlamıştım ümidimi görmüşsündür diye..
Üzülmeli miyim? Bana yakışmaz.
Ağlamalı mıyım? Zorlarsam belki, o da birkaç damla.
Unutmalı mıyım? Pes etmek yok.
Sevmeli miyim? Ama benim bir kalbe ihtiyacım var. Kalpsiz insanlar sevemezler, sevdiklerini düşünürler ve bu da hiçbir zaman gerçek olmaz, olmayacak. Bu dünyadaki en kötü şey belkide kalpsizlerin hiçbir zaman sevemeyecek oluşları ve kendilerini avutuşları...
Hep garip olan insanları sevmişimdir. Onları da öyle...
Son olarak, senden bir kalp istemiştim. Daha doğrusu gördün mü diye sormuştum. O kalbi senin sakladığını biliyorum. Şimdi sana soruyorum;
O kalbi bana verecek misin, yoksa sonsuza kadar o kalp ve onun ruhuyla mı yaşayacaksın?
Seçim senin...
Mumlar söner ve perde kapanır.

3 Mayıs 2016 Salı

İnce Çizgiler Yığını

Sabretmenin nasıl bir duygu olduğunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. Hatta sabretmek ile pes etmek arasındaki o ince çizgi var ya o ince çizgi.. ah o ince çizgiler. Hayatımızın en önemli yerlerinde olmalarına ne gerek vardı hiç anlamıyorum.
Bir yerden sonra kimse kimsenin dengi olmadığı yargısı dahada kalın puntolarla çıkıyor karşına. İşte o zamanlara gelindiğinde emeklerin, düşüncelerin, düşüncesizliklerin… hiçbir anlamı kalmıyor. Sonradan anlıyorsun aslında başından beri hiçbir şey ifade etmediklerini. Belkide kendimizi kandırdığımızı belkide kendimizi buna inandırdığımızı anlıyoruz. Acıtmıyor mu sanıyorsun? Yakıyor, koparıyor… Organlarını sökseler bu kadar acı vermezdi herhalde…
Kör olursan bu hayatta, sadece istediklerini, inandıklarını, hissettiklerini görmek istersen eğer her şeyi bir anda kaybedebilirsin… Tek kişilik yaşanmıyor hiçbir hayat. İttirsende, kaktırsanda ne kadar inatlaşsanda hayatla hep kaybediyorsun. Çünkü hayatın ruhunda kazanmak insanın ruhunda ise kaybetmek vardır…
Yaşanması gereken onca zaman varken bu zamanların birer birer ertelenmesine dayanamaz insan. Hiç kimse bir değil, kimse aynı şeyleri düşünmüyor. Ki aynı şeyleri düşündüğüm birini bulursam ne yapacağımı çok iyi biliyorum. Belkide aynı şeyleri düşündüğün biri öldürmek istediğin biri olabilir. Senden bir tane daha.. katlanılmaz bir durum.
Her insan bir şeylerin derinliklerden açığa çıkmasını sabırla bekler. Ben de bekliyorum biraz cesaretin açığa çıkmasını, oksijenle tepkimeye girmesini… Gülüyorsun değil mi? Sabır ile cesaret duygusunun aynı bedende barınabileceği yalanına...
Hiçbir alakası yok fakat okuduğum bir kitapta şöyle diyordu; Bana aşkın bütün sorunu şu gibi geliyor: mutlu olmak için güvenliğe ihtiyaç duyulurken, aşık olmak için güvensizliğe ihtiyaç duyuluyor. Mutluluk güvene dayanırken, aşk kuşku ve tedirginlik gerektiriyor. Uzun lafın kısası, evlilik mutlu olmak için tasarlanmış, aşık kalmak için değil. Ve mutluluğu bulmanın en iyi yolu aşık olmak değil; öyle olsaydı, bunca zamandır öğrenilirdi. Çok net olup olmadığımı bilmiyorum, ama kendimi anlıyorum: söylemek istediğim, evliliğin birbiriyle bağdaşmayan şeyleri birbirine karıştırması…
Mutlu aşk yoktur.
Mutlu aşk yoktur.
MUTLU AŞK YOKTUR.
O aptal kafana iyice girmesi için bunu daha kaç kere tekrarlamam gerekecek?

29 Nisan 2016 Cuma

Birikim ve Aşındırma

Karanlık hep en iyi arkadaşım olmuştur. Karanlıkta bir sürü ben var çünkü. Ve ben hiç birini göremiyorum. Ama onlarla konuşuyorum hep. Bıkmadan, sıkılmadan, usanmadan. Delilik raddesinde gibi gelebilir fakat hepimiz karanlıkta kendi benliğimizle konuşuyoruz. Eskiden elektrik yokmuş diyorlar. En güzel muhabbetler, çekilesi aşk acıları, ağlamak için en güzel ortam diye bahsedilir hep. Karanlıktaki bir şarkı ile üç kişi olursunuz tüm benliklerinize rağmen. Hep dördüncüyü ararsınız ama onu hiç bulamazsınız... Çocuklarında karanlıktan korkması bu yüzden bence. Benliklerini o yaşta göremiyorlar ki. Yalnızlar...
Yıllardan beri sorulan klasik bi soru vardır ya; Arkadaşların mı, sevgilin mi? diye. Sanırım ben buna cevap veremedim bunca zaman. Şimdide veremeyebilirim. Fakat iyi bir öğrenci olduğumu düşünüyorum, iyi gözlemliyorum insanları. Arkadaşlar her zaman daha önemli. Sevgili nedir ki, gelir ve bir yenisi daha gelir. Bitmek bilmez gelgitler. Takılırsın birine birden duruverir her şey. Duran şey gelgitler değildir aslında. Sen kendini durdurmuşsundur. Peki hala gelgitler devam ediyorsa...
Karşı cinse güvenmemem gerektiğini öncelerden biliyordum ben. Alışılmış çaresizlikti benimkisi. Sonra öyle bir şey çıktı ki karşıma, hani abin askerden izne gelir ve onu ilk gördüğün an vardır ya, hani çocuğunun kokusunu ilk içine çekişin vardır ya, hani çocuğunun cinsiyetini öğrendiğin o an vardır ya, hani aşık olduğun zaman vardır hani... Öyle bir güvendi benimki. İçimde bir Berlin Duvarı vardı. O saatten sonra ona ne oldu çok merak ediyorum. Her şey tozpembe gözüküyordu. Ya da ben öyle zannediyordum. Evet ben öyle zannediyordum, çünkü gökyüzü hala maviydi, yapraklar hala sarı, dudaklarım kırmızı.. O vakit bir yolculuğa çıktım. Beş parasız, çaresiz, düşüncesiz.. Mantığımı o kadar geri plana atmıştım ki ahhh benim salak kafam. Zaten mantıklı bir şey gelmedi ki başıma, ben mantıklı düşüneyim. Hani filmlerde imrenerek izlediğimiz aşıklar vardır ya, işte benide izleseniz öyle derdiniz. Bu sefer farklı lan dedim, evet abi farklı dedim. Yok ya aslında benliklerim söylediler kulağıma usulca. Aklımın bi köşesinde kalmış işte. Karşılıklı aşka inanmazdım o zamana kadar. Olabiliyormuş, gerçekten inanırsan olabiliyormuş...
Fedakarlığın anlamını bilmeyen biriyle olmaz. Kelimenin köküne bile ineriz yaa. Feda...
Yapabileceğimiz şeylerin hiçbir sınırı yok aslında. Duvarlar koymaya gerek yok. Engeller aşılabilir, kurallar her zaman çiğnenmek için vardır. İnsan neden kendini kısıtlar ki?..
Birkaç gün önce Issız Adam'a tekrar göz attım. Bazı ilginçlikler fark ettim. Kesin devamlılık hatalarıdır he he tabii.
Affetmek çok büyük bir nimet. Bunu bulamayan var. Yıllardır bir günaydın mesajı alamamış olan var nereden geldiysem bu konuya. Hani elimizdekilerle yetinmeyi, değer bilmeyi öğütlemeye çalışıyorum yanlış anlamayın.
Orhan Veli'de kadınları severmiş. Galiba abiyle en büyük ortak zaafımız bu.
Hayal kurmayı seviyorum. Sürrealist bir yapıya sahibim. Bunu da yeni öğrendim araya sıkıştırayım dedim, belki cool ve bilgili gözükürüz fena mı olur. Hayallerim hep suya düşmüştür ama. Hele uyumadan önceki hayallerim. Birinin bile gerçekleştiğini görmedim. Sorunu kendimde aramalıyım galiba. Çok sorunlu bir yapıya sahibim çünkü. Ben ne zaman bir şey yapsam doğal olarak yine yapmadığım şeyleri cımbızla çekmeleri beni o kadar derinden etkiliyor ki anlatamam. Hassas bir yapıya sahip olduğumu biliyordum. Ama bugün daha iyi anladım. Günlük kelime sayısı(sıradan gün) 800 ile 1000 arasında değişen ben, sadece 102 kelime edebilmiştim. Çok üzücüydü, ama arkadaşlarımın o kadar ilgilendiği görmek beni bi yandan çok sevindirdi...
Öfkeyle kalkan zararla oturur demiş atlar. Ben de diyorum ki ' Bir anlık sinir ve kendini bilmemezlik, bir ömür boyu sürecek kalp kırıklığı'. Sevgi hep baki kalır derler. Ama bakinin anlamını hiç söylemezler. Hiç merakta etmedim. Yeri geldiği zaman söyleyince kimse çakmıyor. O zaman önemli değilmiş...
Bugün 29 Nisan 2016 - Cuma. Berlin Duvarı'nın örülmesi tekrar başladı içimde. Karşı cinse olan güvenim ve inancım kayboldu. Arkadaşlarımın yanımda olduğunu ve kalbimin hala yumuşacık olduğunu fark ettim. Vicdanımın sesini hala duyabildiğimi fark ettim. Karanlığı bir kez daha sevdim. 'O'nu da son kez sevdiğimi fark ettim. Hayallerimi ve planlarımı hep son dakikalarda kimin suya düşürdüğünü fark ettim. Ve karanlığı yeniden sevdim...
Sözler affedilir, unutulmaz...
Bu akşam birçok üçüncü kişi eşlik etti karanlığıma ve benliklerime. Bu da onlardan biriydi. 4 yaşında sevdim bu şarkıyı. İleri görüşlüymüşüm demek ki...
Artık çıkmıyorum İstiklale
Sabah Fatma hanım uyandırıyor
Helva,ekmek,çay bana onlar bakıyor
Odanın hali perişan ben perişan kimse yok işime karışan
Ara sıra balkona çıkıyorum
Fesleğenler kuruduğunda ocaktı ben baharı bekliyorum
Ne olduğunu bilmediğim bir umudum var hala
Gözüm şişelere takılıyor becerebilseydim ne ala
Bu günlerde böyleyim ben yas denen şiirdeyim
Bir köşede gülüşün var sırtımda kanlı bıçağın
Hiç bir zaman duymayacağın duysan da anlamayacağın
Bir çığlıkta
Sana birikiyorum...


19 Nisan 2016 Salı

Gitmeye Bir Kala

Bir yönetmen edasıyla biriktirdiklerimi yazmaya niyetlendim. Bir baktım ki elimde hiçbir şey yok! Ama olduğunu biliyordum, öyle hissediyordum.. Hislerimi kontrol etmem gerektiğini düşünüyorum. Çünkü beni bile yanıltabiliyorlarsa, çevremdeki herkesi yanıltabilecek derecede çıldırmış durumdadırlar. Sakin olmaları gerektiğini, kimseye zarar vermeden içlerine kapanmalarını öğütleyeceğim. Başarılı olabilir miyim bilmiyorum. Denemek korkutmaz her şeyi deneyerek öğrenen biri olduğumu düşünürsek... Aslında kimse korkmamalı denemekten. Zaten elinde olan bir şey yok. Denedikten sonra da olmasa ne çıkar? Galiba aynı kapı. Düşünebilip, anlayabiliyorum...
Yaşantında tatmadığın acıları bir anda tadınca dengen alt üst oluyor. Çevrendeki acıları hissedemediğin ve paylaşamadığın zaman bu dahada büyüyor. Yaşamayınca hissedemez insan. Karşıdan bakarak gene hiç hissedemez. İçinde olmalı, akıtmalı içindekileri. Ama sessizce, kimsenin onu bulamayacağı bir yerde, ister tek başına, ister tek başına... Bir şekilde yağdırmalı yağmurları gözlerinden, dağıtmalı bulutları. Ne kadar yağmur yağarsa yağsın elbet bir gün güneş açacak. Ama bir yağmur yağar bir güneş açarsa bu dengesizliğe kimse ayak uyduramaz. Ayak uydurmayı bırak yanından bile geçmez. Herkes hayatını ya yağmurlu ya güneşli yaşamak için kurmak ister. Hedefleri hep bu yöndedir ve samimiyetsizdir. Samimiyetin, içtenliğin simgesidir yağmur. O olmadan hiçbir hedefe ulaşamaz insan. Ve senin yağmurlarında ıslanmayan birinin yanında işi yoktur, olamazda...
Babam... Şimdi gökyüzünde, toprağın derinliklerinde, yanımda... Neyi neden yaptığımı, ne hissettiğimi bir tek o biliyor belkide. Beni herkesten daha çok anlıyor. Ben de onu şimdi daha çok anlıyorum... Bir şekilde dolaylı yoldan ortak olduğun sıkıntılarına, dertlerine doğrudan ortak olunca ne yapacağını şaşırıyorsun ve bu empatiden öte bir şey. Yaşantındaki yollara yollar ekliyorsun, daha fazla düşünüp daha az ekmek yiyorsun.. Yıldızın kaybolunca ne güneş ne de ay doldurabiliyor yerini...
Sonucunu bildiğim birçok şey için mücadele ediyorum. Bu biraz salaklık aslında. Cesaretim ve mücadeleciliğim için kendimi tebrik ediyorum. Ayrıca salaklığım içinde bir alkış alabilirim. O kadar kendim olmaktan çıkıyorum ki, bu ben değilim! Gerçek ben, beni ben yapan şeyler eksik. Kendi hayatını bu kadar önemsememek hayatını harcamak gibi. Kendinden çok başkalarının hayatlarını düşündüğünde; merhametli, iyi kalpli, düşünceli... biri olabiliyorsun, ki babam da öyleydi. İnsanın genetiğine kodlanan gerçekler var! Fakat kendi hayatını çok kolay gözden çıkarıyorsun. Ve gitme zamanı geldiğinde sessizce, kimseye hissettirmeden, rahatsızlık vermeden çekip gidiyorsun. Ceketini almıyorsun, senden bir ses kalsın diye. Ancak düşündüğün insanlar o zaman bir şeylerin farkına varabiliyorlar. Çok geç değil mi? Şimdi bile çok geç. Gelecekte imkansız...
Merhamete karşı bir saygınız kalmamışsa eğer geçmiş olsun dostlar. 
Bir de şu var; hayatını sizin için harcayan insanları değilde ondan önceki insanları el üstünde tutmak nasıl bir saygısızlık nasıl bir vurdum duymazlıktır? Her şey yüzeysel olsaydı eğer bizler nasıl var olduğumuzu bilemezdik. Düşünmek ve anlamak bu kadar zor olmamalı. Hele ki kalbine dokunduğun bir insansa ve yağmurlarında beraber ıslanabiliyorsa... Kaybettiğinde nasıl acılar yaşıyorsa, kaybetmeden de acılar yaşayabilmeli insan. Her şeyin güllük gülistanlık olmayacağını bilmeli. Ama artık hissedemiyorsa, çizgisinden çıkmışsa daha fazla acı vermeden gitmeli, giderken bile düşünmeli. Çünkü düşünmek anlamanın yarısıdır.

15 Nisan 2016 Cuma

Derinlik

Yazmak... Eskisi kadar içimden gelen bir şey değil. İçimde biriken hiçbir şeyde yok. Ya da ben öyle zannediyorum. Dışavurum şekillerimiz farklı, çok farklı. Ağlamanın acıları en iyi şekilde def ettiğine inanırdım önceleri. Şimdilerde gözyaşlarımın eksikliğinden yakınır oldum. Neden? Birçok nedeni var belkide. Ama en belirginlerinden; olgunlaşmak, hayatla alay etmek... Eski beni aramıyor değilim. Gerçi her zaman eskileri özlemişimdir.. Hayaller aleminde yaşayan biri olarak yaptıklarım küçümsenecek cinsten. Hiçbir zaman hayallerimi küçümsemedim, kimseninde küçümsemesine izin vermedim. İnsanlar kendi yargı kalıplarıyla her zaman eleştirdiler bu kişiliğimi. Evet kalıplarına göre haklıydılar. Onları seviyordum ve söyledikleri umurumda değildi..
İnsan hayatta kendi kararlarını vermeli. Her ne olursa olsun kalbinin, böbreğinin, bi yerinin sesini dinlemeli. Ses gelmiyorsa bile en son çare beynini dinlemeli. Beyinsiz olduğum için belkide. Çünkü yaptıklarımın birçok açıklaması olmasına rağmen kendimi beyinsiz ama kalpsiz hissetmiyordum. Ne diyordum.. Kendi kararların ve sonucunda kendi pişmanlıkların, hayal kırıklıkların.. İnsan annesi ve babası dışında kimseye muhtaç değil. Babam hayatta olsaydı eğer ona daha çok sarılırdım. Şimdilerde anlatılanlara ve yaşananlara bakıyorumda çok benziyormuşuz. Hani o meşhur sözlerden biri vardır ya; baba olunca anlayacaksın... Olmadan anladım sanırım bazı şeyleri. Hangi yaşta olursan ol, hangi dine, hangi ırka mensup olursan ol tek gerçek, kalplerin her zaman birlikte attığı ve bir kalbi beyinin değil yine bir kalbin anlayacağı gerçeği. Bu hayatta gerçekleştiremediğimiz şeyler için kendimizi sorumlu tutmamıza, suçlu hissetmemize gerek yok. Bir kalp kendi yerine bir kalp bırakır ve o kalpte bir hayata hayat verir...
Son zamanlarda etkilendiğim birkaç şeyden biride Mehmet Pişkin'in intihar etmeden önce yayınladığı videosuydu. Biliyorum sözde hepiniz etkilendiniz orası sürü psikolojisi hıhı.. 36 yılı 14 dakikaya sığdırmıştı. Sakin ve cool gözüküyordu. Ne diyordu.. (Hayatın o tatsız taraflarıyla çok başa çıkamadım herhalde. Nazik, neşeli, eğlenceli, akıl ve ruh olarak incelik ve derinliğe sahip birisi olmayı çok önemsedim ve şu anda bunları korumak ve sağlamak ciddi bir yük haline geldi benim için. Bu konuda takatimin tükendiğini ve işin karanlık tarafının daha ağır geldiğini ve taşıyamadığımı, bir şekilde bununla ilgili donanımları zaman içerisinde çok geliştirmediğimi fark ettim. Ki böyle sarsıntılarda çok dağılıp, kendimi toparlamakta gün geçtikçe dahada zorlanıyorum. Bu da çok sıkıcı bir kısırdöngü halini aldı kısacası. Ve o konudaki ışığı kaybettim açıkçası...)
Kendi varoluş amacını kendisi yaratmış ve bu yola kendisini adamış biriyle aynı dünyada yaşamış olmak mutluluk verici...
Her zaman kalıplardan söz ederdim. Hiç ağzımdan düşmezdi. Hala da düşmüyor. Ne kadar dudakların birbirine vurursa vursun sana şekil veren kalıbın dışına çıkamıyorsun. İfade edebilme gücün bir yere kadar. Daha fazlası felakete yol açabiliyor. Fırtına yerine lodoslu havaları tercih etmeye başlıyorsun. Güneşli havaları bir yerden sonra aklının ucundan dahi geçirmemeye başlıyorsun. Mehmet'inde dediği gibi; ışığını kaybediyorsun... Sağ elinle sol kolunu kaldırmaya çalışıyorsun sol kolunun kendisini yönetebilme yetisini unutarak..
İnsanlığını farklı gözlerde kaybeden birisi olarak yazıyorum bunları. Çıkmaz bir sokağın sonuna geldiğinde geri dönmek ne kadar zorsa, nefret ettiriyorsa kendinden bu da öyle. İnsanlığını Mehmet gibi yaşayan biri olarak -ne kendime pay çıkarıyorum ne de kendimle özdeşleştiriyorum- insanlığından nefret edecek hale geliyorsun. Yaptıklarının önceleri birçok açıklaması varken yapacaklarının da açıklaması önceden yaptıkların olacaktır. Her sorun yeni bir sorun doğurur. Ve her yeni sorun yeni bir çözüm demektir. Her yeni çözümde bazen ölüm...
Yazının başında hiç birikmişim yok desemde, kendime yalan söylemiş oldum. Fakat bu bir birikmişlik mi bilmiyorum. Hayatımı anlamlı kılan ve her daim anlamlı kılacak insanlara teşekkür ederim. Son olarak, sevgi paylaşılmadığı zaman zehirler insanı. Nasıl ki yılanın zehrini bir an önce vücuttan atmak gerekiyorsa sevgi de öyledir. İnsan, kalbi kırıldıkça büyür, kalp kırdıkça küçülür... Bu yüzden beyinsiz olmak mı daha kolaydır kalpsiz olmak mı? Sevginizin üstünü örten ve sevginizi hissedememenize neden olan ne varsa atın. Neyin önemi var ki bu hayatta sevgiden başka? Rüyadan uyandığınızda hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını görmek, sevgiyi paylaşmaktan daha zor olmalı...

7 Nisan 2016 Perşembe

İçten Yanmalı

Güldüren çok şey var hayatta. Tüm fonksiyonlarımı kapatıp insanların onlara göre doğal ama bana göre trajikomik yönlerini izlemeyi çok sevmeye başladım. Bi çeşit gözlem niteliğinde. Kendilerini bildiklerine o kadar inanıyorlarki söylediklerinin kendileriyle çeliştiğini göremeyecek kadar zavallılaşıyorlar. Bu durumda banada malzeme çıkmış oluyor. Yoksa nasıl çekilir bu sahte insanlar?
Sahte insanlar demişken; bazı insanlarda sahtelik bir doğallık konusu. Sonradan eklenmiş falan olamaz. Bir de buna kıskançlık ve fesatlık eklenince üçgenin tamamlanması gerekiyor ama bu üçgen değil beşgen kanaatimce. Son olarak mutluluk ve alt kümesi olarak kendi mutsuzluğuna ortak etme eğilimi de eklenince taşlar yerine oturdu ve köşeler belirginleşti. Keyfime diyecek yok. Nasıl zevk alıyorum nasıl!
Mutlu bir arkadaş sizi kendi mutsuzluğuna sürükleyebilir. Ne kadarda masumlar öyle değil mi? Onlar karıncayı dahi incitmezler...  Bir de sözde mutludurlar hani. Kendi mutsuzluğuna karşısındakini de ortak etmeye ve birlikte harmanlanmaya çalışanların dost rütbesinin arkadaşlık rütbesine düşürülmesine ihtiyaçları var. Filmlerden başka yerde dostlukların o kadar sıcak ve samimi yaşandığını görmedim. Uzun yılları birlikte devirenlerin, canciğer kuzu sarmalarının bile bunlardan nasibini aldığını söyleyebilirim. Uzun yıllar demişken uzun sürmesinin; destek menfaatleri ve at gözlüklerinin payının olduğunu söylersem yanlış olmaz. İşin ilginç tarafıda; kimsenin kimseden haberinin olmaması ve sahteciliğin karşı tarafa da bulaşmış olmasıdır. Bu gibi insan müsveddelerinin karşısındakinin mutluluğunu engelleyecek, sinirini kabartacak, bu yönde cesaretini kamçılayacak arkadaştan hayır gelmez. Aslında doğru olan ''Arkadaşı mutluyken mutsuz yatan sahtedir.'' olmalıymış.
Herkesin gizlediği şeyler vardır. Gizlemiyoruz dersek yalanının alasını söylemiş oluruz. Fakat zaman zaman unutuyoruz görünmeyen gözlerin bizi izlediğini. Sakladıklarımızın günün birinde yüzümüze herhangi basit bir şeymiş gibi vurulduğunda ve bunun yüzlerce sonuca yol açtığını gördüğümüzde pişmanlık kapımızı öyle bir çalacak ki ne çalmak. Sanki arkasından köpek kovalıyormuş gibi, sanki komşunun camını kırıp eve kaçan çocuklar gibi... Zaman üzerini örttükçe biz unutabiliriz ama evrende hiçbir şey kaybolmuyor. Son okuduğum bir makalede uzayda seslerin kaybolmadığını ve ilerleyen 30-40 yıl içinde seslerin ve ışın dalgalarının yakalanabileceği ve en eski zamanlara kadar insanların sesleri ve görüntülerinin ortaya çıkabileceği olasılığı, teknolojinin geldiği noktayı gözler önüne seriyor.
Kendimi kandırılmış gibi hissettiğim zamanlar oluyordu. Sonrasında üstünü örtüyordum ya da bir yerden sonra görmezden geliyordum. Sonra kendimi kandırmamam gerektiğini anladım. Bugüne kadar bilmediklerimi bilmek için yaptıklarım yanlışta olsa sonuçta insan kendisi için var. Bir başkasıyla gelmedik ve bir başkasıyla gitmeyeceğiz.
Yaptığımız her iyilik ve kötülük Allah'a gönderdiğimiz birer işaret. Allah'ın bize gönderdikleri ise yaptıklarımızdan başka bir şey değil. İnsanoğlu bunu görmekte ne kadar zorlanırsa zorlansın elbet bir gün böyle bir sistemin olduğunu kabul edecek. Yaptıklarının sonucunu buna göre yorumlayabilecek. Ama o gün gelene kadar 'Allah kahretsin!' demeyi dilinden düşürmeyecek.
İnsanların hataları artık zevk vermiyorsa hata yapmaktan nasıl kaçınabileceğimi düşünüyorum zaman zaman. Sonra yine mi üstünü örtsem diyorum. Susuyorum. Yalın gibi sevinçlerimi değil olası hatalarımı koyuyorum önüme ve yine sabretmeye devam ediyorum. Yerine geldiğim kişilerin yerini doldurmuş olabilirim ama benden önce sıraya girenlerin önüne hayatımın hiçbir döneminde geçemedim. Neden geçmek istedim ki? Belkide hata bendeydi olamaz mı? Hepimiz kendimizi hatasız görüyoruz. İçimizden bir ses kesinlikle bizim doğru olduğumuzu ve hiçbir dış kuvvetin bunu değiştiremeyeceğini söylüyor. İç sesimizin kölesi oluyoruz adeta. Sorun iç sesimizde de değil aslında. Sorun başlı başına kendimiziz! Kendimizin büyüklüğü, yüceliği...
Son olarak, geçen gün izlediğim bir filmde şöyle diyordu:
Eğer kaçamıyorsan ve tamamen başkalarına bağımlıysan, gülümseyerek ağlamayı öğreniyorsun.

30 Mart 2016 Çarşamba

Sessiz Gece

İşin içinden çıkamayacağım sonlar yazmaya devam ediyor hayat. İşin içinden çıkamamak her zaman her ne kadar son olmasada, çabalamayı terk edememek işleri dahada karmaşık bir hale sokuyordu. Pes etmek ne kadar kolay gözükürse gözüksün, tadını bir kere aldı mı vazgeçemeyeceği sonlara da hazırlıklı oluyordu insan. Tozpembe... gerçekleri bu kadar irdelediğim zamanlardan korkuyorum. Bana ait olmayan hayatlardan bir parça almışta vücuduma enjekte etmeye çalışır gibi...
Okuduğumuz kitap, izlediğimiz film... hayatımı değiştirdi derler ya hani; bana hiç denk gelmedi. Sadece hayatı gerçeğe bir nebze daha yakınlaştırmama neden oldu. Hayalperest olduğum kadar gerçekleri de irdelemeyi başarmaya başlamıştım ve bundan keyif alıyordum; büyüyordum. Sabretmek endişeli bakışlarıyla nasıl büyüdüğümü, nasıl tepkiler verdiğimi ve bu halimle onu alt edebileceğimi düşünüyordu. İnsanların dillerine pelesenk olmuş düşüncesiz görünen hallerim, kalıplara kadar sığdırılacak bir düşünce dünyam ve 'anlayışsızlık' başlıklı tez çalışmalarında geçen adım... Nasıl bir insan olduğumun derecelendirmesini, windows media player'da bile yıldız veremeyecek insanlar tarafından yapılmasına bir anlam yükleyemiyordum. Titreyen çenemden süzülen yaşların onlarla bir ilgisi yoktu fakat zaman zaman yüzüme yediğim tokatlardan etkilenmiyor da değildim. Ama şöylede bir gerçek vardı; bir pes etme çizgisi ve tavşandan daha hızlı koşabilecek bir kaplumbağa...
Bir varsın bir yoksun. Yok olana kadar her şey. Bir bakmışsın tuz olmuşsun bir bakmışsın kezzap. Yaptığın hatalardan pişmanlık duymak yerine en sevdiğin yemeği yemeğe devam edersin; salaklık.
Şöyle bir düşünüyorumda; hayatım boyunca kalıpların içinde değerlendirildim. Hapse girmeme gerek yoktu. Bu duygu hapisten de beterdi. Ailem, arkadaşlarım, kız arkadaşım... Tanımadığım bir karakteri oynamama izin veriyorlardı. Tip değil başlı başına bir karakterdi. Kendilerini o kadar iyi inandırmışlardı ki, bazen benimle gerçekten konuşmak istediklerinde şaşırıyordum, alt üst oluyordum. Çabalamayı terk edememek işleri dahada karmaşık bir hale sokuyordu ya hani, işte bu zamanlarda kimi oynadığımı bilmiyordum, nasıl davranmam gerektiğini, ne hissettiğimi, ne hissettirdiğimi... Hiç yorulmadığım kadar yoruluyordum, bilirsin işte eriyordum. Kasede yaşama tutunmaya çalışan balık kadar umutsuz ve mutsuzdum. Solungaçlarımı kullanmaya üşeniyordum... Dünya işte, elbet bir şekilde dönüyor, döndürüyor. İçinde bir yerlerde hayat bulduğumuz için şanslıyız. Sadece bu mucize için bile hayata devam edilebilir. Geri kalan her şey birer kara delik.
Geçen her güzel geceler ve günler için teşekkürler.
Eyvallah.

21 Mart 2016 Pazartesi

Özgürlüğün Kanatları

Minik ve bir o kadarda sevimli bir kuştu onu bulduğumda. Kahverengi dediğim ama sonradan anladığım ela renkli gözleri vardı. Nereden geldiğini bilmiyordum fakat benim için gönderildiğini hissetmiş gibiydim. Hayatı farklı kafeslerde zorluklarla geçsede, özgürlüğüne düşkün olduğu her halinden belliydi. Ürkek ve utangaçtı. Kafasına bir öpücük kondurduğumda kafasını boynunun içine gömerdi. İlk günkünden daha fazla sevmeye başlamıştım. Yediğim marulu, içtiğim suyu paylaşır olmuştum. Ona kafes değil onun için kocaman olan bir kafes vermiştim. Aynı odada yaşıyorduk. Özgürdü, hiç olmadığı kadar. Kanatlarını özgürlüğün verdiği mutlulukla çırpıyordu. O kadar mutluydu ki; kendi yemlerinden, onunla paylaştığım marullardan, havuçlardan getirir olmuştu. Uzun zamandan beri ben de bu kadar mutlu olmamıştım. Birbirimize çok ve çok iyi gelmiştik...
Hep mutlu günlerimiz olmadı tabii ki. Kanatlarını çırpmadığı zaman anlıyordum bir şeylerin yolunda gitmediğini. İnanıyorum ki o da anlıyordu marul getirmediğim zaman... Kavga etmeyi de, küs kalmayı da beceremiyorduk. Ya o kanatlarını çırpıp başımı döndürüyor, beni benden alıyordu ya da ben marul getirip kafasını okşuyordum. Bu güzel döngü böyle sürüp gidiyordu. Güzel şeylerin arkasında derin bir yorgunluk taşıyorduk sırtımızda. Birbirimize hissettirmesekte zaman zaman yüzleşiyorduk. Her şeyin üstesinden geldiğimiz gibi bunun da üstesinden geliyorduk. Aramızdaki bağ her ne ise çok güçlü olduğunu, o bağa sımsıkı sarıldığımı ve hiçbir gücün bu bağı koparamayacağını biliyordum. Seviyordum; pes etmemesini, uçup gitmemesini...
Eve geldiğimde beni hep kapının iç kolunda karşılardı. Kapının kolunu indirdiğimde onu mutluluğa, şevkate kavuşturduğumu hisseder, içeri girdiğimde etrafımda fır dönerdi. Bir gün öyle bir şey oldu ki, içeri girdiğimde ne bir ses ne bir nefes... Camın koluna konmuş, kendisini tülendirmiş, gıkını dahi çıkarmaz olmuştu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Onu öyle görmeye dayanamıyordum. Onu öyle görmeye dayanamıyordum çünkü gözlerinin içindeki ışığın söndüğünü görmek canımı yakıyordu. Özgürlüğün kanatlarına verdiği gücü yitirmesi vücudumu bir kanser hücresi gibi sarıyordu. Mutsuz olamazdı, mutsuzluk ve umutsuzluk ona yakışmazdı. Yanına gittiğimde yaygaralar koparan o değildi sanki. Yüzüme dahi bakmıyordu. Avucumun içine aldım, kafasını okşamaya ve öpmeye başladım. Bir yerden sonra sessizliği bozmaya karar verdi. Pencereye konan kuşların ona inanmadığını, güvenmediğini söyledi. Şöyle bir dönüp dışarı baktım ve bir şeyler fısıldadım: ''Özgürlüklerini kanatlar altına alamamış, özgürlüklerinin altında ezilen ve sadece ötmeyi bilen kuşlar onlar. Biz seninle özgürlüklerimizi kanatlarımız altına alacağız. Mutluluğumuzu marulla, havuçla besleyeceğiz. Ne sen uçup gideceksin bu pencereden ne de ben bu kapıdan...''
Gözleri güneşle birlikte değil kendiliğinden ışık saçmaya, kanatlarına özgürlük gitmeye başlamıştı. Evet! Tedavi işe yaramıştı. Mutluydu hem de çok mutluydu. Kanatlarını özgürlükle, güvenle, umutla tekrar çırpmaya başlamıştı. Onu seviyordum ve sevmeye de devam edecektim...

16 Mart 2016 Çarşamba

Biletsiz Son Perde

Dertli olmaktan dertliyim aslına bakarsan. Bu kadar güzel şey varken hayatta, derdi dert edinmek anca bana yakışırdı. Belkide böbürleniyorum, ne kadarda severmişim kendimi. Fakat gerçek; kendimi uzun zamandan beri sevmediğim. O kadar körüm o kadar hissizleşmişim ki, kuyunun içine sızan ışığı bile fark etmeyecek duruma gelmişim.
Koltuklar boşalıp, ışıklar söndüğünde hep ben kaldım karanlıkların arasında. Bir de maskeler düşünce karanlığın insanı üşüttüğünü anladım. Sahte karakterlerin bencilliklerini, acımasızlıklarını kendi merhametimle ödedim. Her şeylerine göz yummayı ve iyi kalpliliğimi insanlığımla ödedim. Pişmanlık çok sonradan nüfuz eder vücuda. Damarlarında dolaştığına inanamazsın. Çünkü iyi insanların böyle şeylerin tadına bakabileceğine kim inanabilir? Yaptığın her iyilik sanki sana geri dönecekmiş gibi, seni hep mutlu edebilecekmiş gibi olmasına kim inanır? Çok iyi insanlar mıydık? Gereğinden fazla mı kandırdık kendimizi? Ve kapılar tekrar açıldığında koltuklar, ışıklar, perdeler... bir de yeni maskeler. Bunlarla birlikte değişen kalıplarınız. İyi kalpli olmanın getirisinin değil götürüsünün olduğunun farkına varmak. Giden yanlışların yerine gelen yeni doğruların ve davranışların alması...
Birbirine karşı hala saf duygular besleyen kişiler var mıdır bilmiyorum. Fakat saf duyguların arkasından ileri geri konuşan onlarca kişi vardır. O anın verdiği cesaret ile duygularındaki sapma hareketini egolarıyla harmanlayarak ortaya bambaşka bir şey çıkarıyorlar. Duygularındaki bakış açısının değiştiğini üçüncü kişilerin hissetmediğini sanıyorlar. Ama yeni jenerasyonumuz daha geniş bakabiliyor hayata. Bir yolun bitiminde diğer bir yolun başlayacağından, varılacak yerin hep bir aktarması olduğu taraftarılar. Yola çıkmadan önceki duygu birikimiyle yoluna sonuna yaklaştığı zamanki duygu birikimi tabikide aynı oranda olmayacaktır. Fakat yolun sonuna yaklaştıkça duygularındaki bakış açısını değiştirebiliyorsan; hem yalancısındır hemde ikiyüzlüsündür. Maskelerini yoluna sonuna doğru giymeye başlayanlar aslında hiç yola çıkmamış olan insanlardır. 
İç dünyamız bu kadar sorunluyken dış dünyaya karşı körleşip, hissizleşiyoruz zamanla. Bir durakta otobüs beklerken karşı duraktan onlarca otobüsün geçtiğinin farkına bile varmıyoruz. Beklemeyi seviyoruz. Bekletilmekten gene hiç vazgeçemiyoruz. Bekliyoruz, belki bizimle birlikte birçok kişi bekliyor. Bazen otobüsleri bazen insanları bazende gidilecek yolları bekliyoruz. Şöyle bir yol verseler bana; deniz kenarından sabahtan akşama kadar sürecek ama akşamüstü tadında bir yol. Mutlu etmese bile huzur verecek, bazı şeyleri hatırlamama sebebiyet verecek bir yol. Benim hayallerimde güzeldi zamanında. Bu hayalim hala güzel. Hiç bitmeyen bir akşamüstü istiyorum deniz kenarından. Eğer bu yolunda gidecek bir hayal ise bütün hayallerimi feda etmeye hazırım.
Gelecek herkes için. Ama gelecek planlarının duyguların bakış açısının değişmesiyle yeni bir şekil alması kabullenilemez bir gerçek. 
Bazen vücudunun farklı yerleri ağrılar, sızılar içinde kalır. Midem ve karaciğerim ağrıyor. Ayakta dahi tutmayan mide ve karaciğer ağrısı. Ağrılar, duygular... soyut şeylerin bu kadar feleğini döndürmesi katlanılamaz bir durum. Belki kaderim, en yakınımın kaderi gibidir. İyi hoş her yanımız benziyor, neden o yanımız da benzemesin. Keşke en yakın arkadaşım olan ama benim en uzak gördüğüm arkadaşım hayatta olsaydı. 
Her şey kader.

9 Mart 2016 Çarşamba

Yorgun Hayaller

Bu sahneyi bir yerlerden hatırlıyorum. Toplantıda en gerekli olan ama evde unutulan dosya gibiyim. Demekki yaşananlardan ders alma huyum yok. Hata yaptığımı düşünmüyorum. Aynı hatayı aptallar yapardı ya hani, ben aptalları da seviyorum. Hatadan ziyade bir şeylere tutunmaya çalışma çabası diye nitelendirebilirim. İnancımı yitirmeye başladığım zamanlardayım. Tehlike çanları çalıyor ve hala çabalamaya devam ediyorum. Yoruldum ama kimsenin umurunda değil. Şikayet ediyor gibi görünebilirim fakat bu tükenmişlikten başka bir şey değil. 'Al bu kıl, bu da rüzgar' deseler ona bile gücüm yok. Küçükken pamuğa fasulye ekerdim filizlenirdi. En azından çabalarımın boşa gitmediğini anlardım. Şimdilerde ise topraktan yaratılanın filizler vermesini bekliyorum. Çocukluk o kadar saf ve güzelmiş. Keşke hep çocuk kalabilseydim.
Hayatlarını başka dudaklar arasına hapsetmiş insanlarla aynı dünyada yaşadığım için üzülüyorum. Zaten ben kendimden çok her şeye üzülürüm. Onların ne sevmeye ne de hayal kurmaya hakları var. İnancını, kendisine olan güvenini ve hayatlarını, başkalarının dudaklarına emanet ederek çoktan yitirmişlerdir. Çabalasa ne fayda çabalasam ne fayda...
Yeni tanıştığın örnekleri hayatındakilerle karşılaştıramıyorsan eğer sonun yeni tanıştıkların gibidir. İnsanlar ne zamandan beri kafalarını kaldırmaz oldular? Sevginin güçlü bağlarına ne zaman bu kadar inanır ve güvenir oldular? Kaybetmeye neden hep uzak akrabamız gibi davrandık? Patlak lastikle biraz daha yol gitmeye çalışan zavallılar gibiyiz. Belkide çaresiziz...
Eğer ki hayallerimi satmayı başarabilseydim dünyanın en zengin insanlarından biri olabilirdim. Hayaller satılır mı dediğinizi duyar gibiyim. Siz kimsiniz? Bu yazdıklarımı okuyor musunuz? Şaşırdım! Hayallerinde tükenmişlik sendromları vardır kanaatimce. O zaman geldiğinde yani milatlarını doldurduklarında artık bize ait olmadıklarını düşünürüm. Belkide başka hayatların elinde mutluluğu yakalayabilirler. Hayallerimi satabilseydim eğer, para yerine süreli sınırsız mutluluk isterdim. Yeni hayaller kurup zamanı geldiğinde elden çıkarmak kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Hem bu şekilde daha çabuk uyuyabilirdim.
Mutluluk demişken bir tavsiye; mutlulukların karşısına bir ayna koyup aynı mutluluğu bir nebze olsun siz de yaşayabilirsiniz.
Giderek artan radyasyon miktarı, ilişkilerdeki fondöten miktarı... iyi geceler demenin bile tadı kalmadı artık.

4 Mart 2016 Cuma

Ben, Rüzgar ve Sokak Lambası

Küçük bir evdi, ama gözümdeki büyüklüğünü tarif dahi edemezdim. Karanlık koridorlardan karanlık odalara sürüklenip duruyordum. Yataklar cehennem, uykusuz geceler, ağlama nöbetleri... ve yalanlarla yaşamaya çalışan bir ben vardı ortada. Yalnızlığımın üzerine bal kaymak süreceğime, çikolatalı pudingi tercih ediyordum. Kahvaltım güneşin ilk ışıkları oluyordu. Herkesin hayattan kısa bir süre uzaklaştığı anlarda, sokak lambasını dert ortağı belliyordum. Duygularımı cam parçalarının bulunduğu poşete koyup ağzını sıkıca bağlamıştım. Kanlı mendillerim de içindeydi. Bari bu sefer ayrı kalmasınlar istedim. Rüzgarla başbaşa kaldığım zamanlarda sokak lambası göz kırpıyordu. 'Kuşlar sabahleyin gelecek bekle' diyordum, bozuluyordu. Onunla birlikte kendimi bu şekilde avutuyordum. Gözüm hep sokağın köşesinden dönecek olan sarı arabalardaydı. Gece tarifesi de açsalar, ben öderdim problem değildi. Yeter ki hayallerim çalsaydı kapımı. Saat kaç olursa olsun ben çayı hazır tutardım hep. Film tadındaki hayatımı dizi tadında yaşıyordum. Hayallerim sadece filmlerde gerçekleşebilirdi. Oturduğum sandalye kaba etimi kaşındırmaya devam ediyordu ama ben bekliyordum. Saat kullanmayı bırakmış, dünyanın hareketlerine göre zamanla oynuyordum. Amacım uykusuz geceler değildi, yatağım cehennemin ta kendisiydi. Ne kadar tan yeri ile iyi arkadaş olursam benim için o kadar iyiydi. Şarkılar bana eşlik etmek için can atıyordu fakat hepsi çok konuşuyor ve kafamı karıştırıyorlardı. Ama bilmiyorlardı;duygularımı cam parçalarının bulunduğu poşete koyduğumu... bu duygulara acı da dahildi. Kuşların düşkün oldukları şeyi en başından beri biliyordum. Kuşların göç mevsimiydi ve gidiyorlardı. Ağzım kapalı, ellerim bağlı... geri geleceklerine emin değildim. Sokak lambası, rüzgar... onları bekliyordu. Bir gün sokak lambası ışık vermemeye, rüzgar esmemeye başladı. Kuşlardan medet ummayı bıraktılar. Belkide en doğru şeyi yapıp, beklemeye son verdiler. Arada tan yerinin ağarmasıyla birlikte beni ziyarete geliyorlardı. Rüzgar, sokak lambasının tellerini titretip 'ben de buradayım!' diyordu. Bir tek onlar terketmedi beni. Yalan dünyanın tek güzel yanıydı onlar... Varsın kuşlar ebediyen geri dönmesinler...
Ölü bir bedenle konuşmak bin insana bedel. Her mezarlığa gittiğimde sanki herkes beni dinliyormuş gibi hissederim. Bugün de farklı olmadı. Ben anlattım onlar dinlediler. Bu dünyadaki dertleri öbür dünyaya gönderdim. Sanki yeterince dertleri yokmuş gibi. Benimkide yapılacak şey değil. Kaldıramadığın yükü neden omuzlarına alırsın ki? Onlar beni uğurlarken tüm dertlerimi ona, onlara bırakmıştım, hafiflemiştim. Tepenin arkasından doğan güneşe koşar gibiydim. Erişemeyeceğimi bile bile koşar gibi.
Ben, rüzgar ve sokak lambası. Biz böyle iyiydik. Kuşlar, sarı arabalar gelmese de olurdu ve olacakta.

18 Aralık 2015 Cuma

Benliklerim

Kendime çok kızıyorum. Yanaklarım kızarıncaya kadar kendimden utanıyorum. Alabildiğince yürüyorum, koşuyorum. Nereye varacağımı bilmeden koşuyorum. Belki ciğerlerimi yırtıyorum ama salakça koşuyorum. Arada duraksayıp sigaranın dumanından bir fırt alıyorum. Bunlar güzel şeyler değil. Benliklerimin bu kadar kötü insanlar olacağı aklımın ucundan geçmezdi. İrademe yenik düşmekten korkmuyorum. Korkularıma karşı gelememekten korkuyorum. Her şey ürkütüyor, üşütüyor artık. İnsanların iğrenç bakışları, düşünceleri karşısında ruhumu onlara teslim ediyorum hiç üşenmeden. Sonrasında salak salak bir yerlere dalıyorum. Düşünmesen olmaz mı? Gözlerim olmasa olmaz mı?
Benliklerimle yalnız kalmak istemiyorum. Ezilmiş hayaller altında kalan benliklerimin bir daha canlanmamasını diliyorum. Başımı her yastığa koyduğumda yanıma uzanmalarına tahammül dahi edemiyorum. Nefret ettiğim, sevdiğim tüm insanların dedikodularını onlardan dinlemekten yoruldum. Kalbimin sesini duyamaz oldum. Masum çocuklardık biz. Ne ara bu hale geldik? Ne zaman kötülük düşünür olduk? Düşündüğümüz için mi bu hale geldik? Sorgulamak bana göre değil böyle şeyleri. Çünkü sorgulamamamı gerektirecek kalıpların varlığından haberim var. Fakat kalıpların, benliklerimin ne kadar acımasız ve duygusuz olduğunun farkına varabilecek kıvama gelmesi için; gecenin üşüten karanlığında gözlüklerini bir kenara fırlatması gerekiyor. Üstüne basma zamanı gelmedi mi?

30 Aralık 2014 Salı

Mutlu...

Sabretmenin nasıl bir duygu olduğunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. Hatta sabretmek ile pes etmek arasındaki o ince çizgi var ya o ince çizgi.. ah o ince çizgiler. Hayatımızın en önemli yerlerinde olmalarına ne gerek vardı hiç anlamıyorum.
Bir yerden sonra kimse kimsenin dengi olmadığı yargısı dahada kalın puntolarla çıkıyor karşına. İşte o zamanlara gelindiğinde emeklerin, düşüncelerin, düşüncesizliklerin… hiçbir anlamı kalmıyor. Sonradan anlıyorsun aslında başından beri hiçbir şey ifade etmediklerini. Belkide kendimizi kandırdığımızı belkide kendimizi buna inandırdığımızı anlıyoruz. Acıtmıyor mu sanıyorsun? Yakıyor, koparıyor… Organlarını sökseler bu kadar acı vermezdi herhalde…
Kör olursan bu hayatta, sadece istediklerini, inandıklarını, hissettiklerini görmek istersen eğer her şeyi bir anda kaybedebilirsin… Tek kişilik yaşanmıyor hiçbir hayat. İttirsende, kaktırsanda ne kadar inatlaşsanda hayatla hep kaybediyorsun. Çünkü hayatın ruhunda kazanmak insanın ruhunda ise kaybetmek vardır…
Yaşanması gereken onca zaman varken bu zamanların birer birer ertelenmesine dayanamaz insan. Hiç kimse bir değil, kimse aynı şeyleri düşünmüyor. Ki aynı şeyleri düşündüğüm birini bulursam ne yapacağımı çok iyi biliyorum. Belkide aynı şeyleri düşündüğün biri öldürmek istediğin biri olabilir. Senden bir tane daha.. katlanılmaz bir durum.
Her insan bir şeylerin derinliklerden açığa çıkmasını sabırla bekler. Ben de bekliyorum biraz cesaretin açığa çıkmasını, oksijenle tepkimeye girmesini…
Hiçbir alakası yok fakat okuduğum bir kitapta şöyle diyordu; Bana aşkın bütün sorunu şu gibi geliyor: mutlu olmak için güvenliğe ihtiyaç duyulurken, aşık olmak için güvensizliğe ihtiyaç duyuluyor. Mutluluk güvene dayanırken, aşk kuşku ve tedirginlik gerektiriyor. Uzun lafın kısası, evlilik mutlu olmak için tasarlanmış, aşık kalmak için değil. Ve mutluluğu bulmanın en iyi yolu aşık olmak değil; öyle olsaydı, bunca zamandır öğrenilirdi. Çok net olup olmadığımı bilmiyorum, ama kendimi anlıyorum: söylemek istediğim, evliliğin birbiriyle bağdaşmayan şeyleri birbirine karıştırması…
Mutlu aşk yoktur.
Mutlu aşk yoktur.
MUTLU AŞK YOKTUR.
O aptal kafana iyice girmesi için bunu daha kaç kere tekrarlamam gerekecek?

21 Aralık 2014 Pazar

Boşver

Her şeyin özeti hep sonda olur ya benimkinde başta. Özetle; Boşver...
Yağmurla birlikte her şeyin akın gitmesini temenni ediyordum. Öyle olması gerekiyordu. Saftı yağmur, katıksızdı. Belkide bana öyle geliyordu. Her şeyin akışını öylece seyretmek ne kadar saçma. Müdahale edememek.. Kendime çok kızıyorum yağmurun akışına karışmadığım için. Bende isterdim onunla beraber akıp gitmek. Hayallerimde hep vardı yağmurun akışına kapılmak, kimseyi dinlemeden, umursamadan akmak.. Sanırım bu dünyaya ve bu yağmura ait değilim...
Yorgunluğumun tarifini verebilmek isterdim. Hep tarif edilemez duygular yığını içinden zorda olsa çıkmayı başarabiliyordum. Fakat bu seferki çok uzadı ve çekilmez bir hal almaya başladı. Şikayetçi olmak için sebeplerim çok ama yorgunluğum şikayetçi olmamı bastırıyor. Böyle daha güzel.
Üç maymunlardan ikisi ile çok yakın arkadaşım; görmedim, duymadım. Yakında hayat felsefemi bu yönde değiştireceğim gibi gözüküyor. Zorlamanın hiçbir anlamı yok aynı kalıptaki hayatını devam ettirme konusunda. Her zaman değişikliğin şart olduğunu düşünmeyen ben, her günü farklı bir karakterle yaşamayı düşünüyorsam eğer bazı problemlere kafadan çözüm bulmuşumdur. Yorgunluğun verdiği mutsuzluk ve umutsuzluk hislerinin körelmiş olduğunu düşünürsem bu adım hayatım için önemli bir adım. Mükemmel yaşamıyorum, mükemmel zaten değiliz. Yılları düşünmek yerine günleri düşünmek bir anlama anı yaşayabilmek gerek. Yağmur ne yapıyorsa yapsın; ister yağsın, ister aksın, ister çaksın... Kimin umurunda..
Arkadaşlık kavramının zaten gerçek bir oluş olmadığını daha önce söylemiştim. Gözlemlerim, yaşananlar hiçbir zaman yanıltmıyor beni. Belkide diyorum sadece bana denk geliyordur diye sonra bütün arkadaşlar arasındaki sahteliğin, çıkarların, mutluluk hırsızlıklarının yaşandığını görünce hislerimin yine beni yanıltmadığını anlıyorum. Aslında tanımadığımız insanları düşman ediniyoruz. Ben de isterim can arkadaşlarımın olmasını fakat canların bile sahtelikleri ve mutluluk hırsızlığı adına yaptıkları beni yalnızlığa itiyor. 
Tahammülüm yok...
Boşvermişlik ne kadar basit olursa olsun bir kere vurdumu kıyılarına bir kere tadını tattığında geriye dönmekte bir o kadar zor oluyor. Varsın yansın dünya varsın hiçbir şey yolunda gitmesin, mutluluk dilimlerinden bir parça bile tatma imkanın olmasın, umutsuzluğun daniskasını yaşa, hayallerin çıkmaza girmesini gönül rahatlığıyla izle... Haydi gel kurtar beni bu boşvermişlikten yağmur! Kolaysa kat beni kendine, akıt istediğin yere. Koparttığın bu fırtınanın meyvelerini topluyorsun yağmur. Hani nerede İlkbahar yağmurların?

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Geç Değil

Konuşmanın ne kadar gereksiz bir eylem olduğunu yeni anlıyorum. Hiçbiriniz bilmiyorsunuz ne kadar gereksiz işler yaptığınızı yapmayada devam ediyorsun. İyi hoş, yapın.. Hatamı anladığım anda susmaya karar verdim. Sessiz bir adam olmaya çalışıyorum. Artık ne kadar adam olabildiysem.. Benden hiçbir zaman adam olmayacak sanırım. Düşündüklerim hiçbir zaman bir başka bedende yankılanmayacak. Daha çok o bedende yankılananlar benim yüzüme çarpacak. Çarptıkça köşelere savrulacağım. Mücadele etmekten yeniden ayağa kalkmaktan hiç bahsetmiyorum farkındaysan.. Çünkü mücadele etmenin de gereksiz olduğunu 20'li yaşlarımda öğrendim. İlişkilerde sadece birbirini anlamanın yeterli olmadığını öğrendim. Hanginizin ilişkisi anlamlılıklar ve anlamsızlıklar üzerine kurulu? Olamaz değil mi... Kahveyi sert sevmek gibi, ayağını vuran ayakkabıyı inatla giymek gibi, yemeklerde tuz kullanmamak gibi... tatsız ve mutsuz..
Defterlerim var benim çantamda özenle sakladığım. Her yere benimle gelirler. Onlarsız hiçbir şey yapmak gelmez içimden. İstersem yazarım istersem okurum. Ve bu hayata karşı saçma hisler hissettiğimde hepsini önüme açarım. Her şeyin eskisi gibi durduğu yerde olduğunu hayal ederim. Evet kendimi avuturum, kandırırım. Ama olsun hayal dünyasında yaşayan bir insan olarak bunlar garip değil. Gözlerimi kapatıp tekrar tekrar yaşarım geçmişi tekrar tekrar hissederim. Ama o pembe bulutlar yok olduğunda nerede olduğumu bile bilmem, bilmek istemem. Zaten ömrümün yarısı üzülmekle geçiyor. Kazanılan ivmeler hiçbir zaman istikrarlı olmuyor. Sonuç ne? Elde var 'sıfır'... 
Bayramların ne önemi ne de tadı kaldı artık. Sevdiklerinizin kıymetini gerçekten bilin. Onlar yarın yok olabilirler. Onlar da sizin kıymetinizi bilsin. Kuş olduğunuzda konuşamayacaksınız. Onun için birkaç kelime fazla konuşmak, birkaç sevgi parçası paylaşmayı kimseye çok görmeyin. İnsanlar sonunu kolayca yazabilirler bu hiç ve hiç zor değil. Sıkıntı, üzüntü, bunalım... Yolun sonunu görebiliyorsam eğer sorun yok. Hiçbir zaman yolun sonunu görememiş bir insan olarak yaşıyorum. Ne kadar şanssızım ne kadar acınası hallerdeyim. Neyse boş verin.. Sevin, sevdirin, hissettirin... Sadece hiçbir şey için geç olmadan harekete geçin. Ertelemeyin hiçbir şeyi. Biliyoruz hep geçtir bizim için hep geç kalmışızdır. Kim değiştirecek bu durumu.. Neden ruhumuza bu duyguları yediremiyoruz? Sonrada ruhumuzun bizi terk etmesinden yakınıyoruz. Hak ediyoruz...
Sevdiklerinizin yanında olun. Vakit kaybına gerek yok. Ama olmuyorsada hayal edin...
Haydi eyvallah.

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Hissiz

Sakladığım defterler var benim. İçinde bilmem kaç seneyi biriktirdiğim... Hala boş sayfaları var yazılmayı bekleyen. Her seferinde biraz daha zaman tanıyorum kendime biraz daha sabretmem gerektiğini öğütlüyorum. Adeta elimin kaleme gitmemesi için kendimle savaş veriyorum ve hep kazanıyorum. Artık kazanmaktan çok kaybetmeyi seviyor olmama şaşırmıyorum. Kimse bile bile kendini bir ateşin ortasına atmaz, atamaz, korkar... Ama ben ne hikmetse bunu her şeyden güzel beceriyorum.. Kalemime karşı kaybettiğim o gün, ertesi gün ve ondan sonraki günler neler olabileceğini tahmin edebiliyorum. Herkes kendi sonunu yazamaz sonuçta. Kimsenin kendi sonunu yazabilecek cesarete sahip olmadığını düşünüyorum. Ben de değildim... Her şeyi zamana yüklemek olmaz değil mi? Bence de olmaz...
Eğer geriye dönme şansım olsaydı, babamla daha fazla zaman geçirmek, arkadaş gibi olmak isterdim. Çok fazla şey paylaşamasakta küçükken ve buralardan göçmeden önce söylediği şeylerin bir bir olmuş ve olacak olmasına çok şaşırmıyorum. İşte bu yüzden pişmanlık duyuyorum. Ondan daha fazla şeyler öğrenebilirdim aslında. Söylediklerinin, ön görülerinin gerçekleştiğini düşünürsem... Buralardan göçmeden birkaç gün önce bir koli hazırlamıştım, büyük bir koli.. Odaya girdiğinde bir şeylerin yolunda gitmediğini, bir şeylerin hem odadan hem de benden eksildiğini anlamıştı. Bir süre benimle seyahat eden o koli onun sözleriyle geri gelmişti. Ve hala yatağımın arkasında durur, bantları açılmış bir şekilde...
Babamın söylediklerine ihanet etmek istemiyorum. Yoksa...

Yaşamadan bilemiyorsun. Empatiden bahsetmeyin bana. Karşındaki kadar hiçbir zaman hissedemezsin. Belki yanında olmayı denersen bi bakıma şanslısın. Hiçbir zaman ne acının ne de bir mutluluğun tadı unutulur. Acılarınızı tadabilen insanların yanında olun. Onları ne olursa olsun bırakmayın. Acılarınızı unuttuğunuzu düşünen insanların sizin limanınızın yakınından bile geçmeye hakkı yoktur. Limanlar güzel insanlar için yaratılmıştır. Heleki sizin limanınızsa en güzel insanların yeridir orası. Tüm acılarınızın tüm mutluluklarınızın tadına bakabilecek, acılarından ve mutluluklarından sizlere pay verebilecek insanların yeridir orası... Geride kalanları boş verin. Onlar ne sizi anlayabilir ne de size yardımcı olabilir.
Tek nokta; 'savaş, sabret, kaybetme, pişman olma'.

Korkularımdan arınmamın tek sebebi zaman değildi elbette ki.. Zaman bir bahaneydi her zamanki gibi. Hiçbir şeyden korkmamak nasıl bir hissizliktir ben onu da hissedemiyorum. Garip değil mi? Oysa ne kadar severdim hisleri.. Ama her şeye rağmen pişman değilsem yine ben kazandım...