25 Şubat 2024 Pazar

Yatağın Soğuk Tarafı Sıcak Kalmalı

Kendimi kaybedişimin üzerinden fazla geçmedi. Sanırım birkaç ay önceydi. Bulduğumu sandığım anlar da oldu ancak birer kandırmacadan ibaretti. Aslında kandırmacadan da öte bilmediğime alışmak istememekmiş. Hiç böyle olmamıştı ve hiçbir zaman da böyle olmayacak düşüncesiyle yaşamıştım. Uzun bir hikayeydi anlayacağınız. Ama biz anlayamamıştık. O şeyin içindeyken anlamsız gelenler, değerini yitirmiş gibi gözükenler, oyun bittiğinde ne kadar da kıymete binermiş. Oyun bitti dediysem eller yukarı gibi değil. Sobeleneli çok oldu. Hatta üzerinden yıllar geçti. Ama şimdi bakıyorum da çoğu yanılsama, eksiklikleri gidermek için kullanılırmış. Sevilme isteği, ilgi görme isteği, ilgi duyma isteği... Tarkan'ın karması mıdır bilinmez ama ona da inanırım hani. Önemli olan "hatalar yapılır mühim değil" diyebilecek alanı yaratabilmekmiş. Neden bir dağ olamadım bunca zaman? Bir dağdım aslında; bir dağ serabı. Sönmüş bir volkanikte değildim küllerimden doğabileyim. Bu sefer başaramadım. Ben kendime dayanamazken sen nasıl dayanabilirdin bana? Sertab'ın dediği gibi, biraz daha dayansaydın sarar mıydık belki? Ama çokta istedim gitme diyebilmeyi. Bir ölüm mü doğurduk şimdi? Emzirecek miyiz bile bile?

Ölüm demişken, ölüm acısıyla birebir yüzleşmeyenlerin ayrılık acısının nasıl hissettirdiğini tam olarak anlayamadıklarını düşünmekteyim. Babamı kaybettiğimde 19 yaşındaydım. Ölüm haberini aldığım günü hatırlıyorum. Sıcak bir histi, çok sıcaktı. Hani yemekten bir kaşık alırsın ve damağın yanar. Ama acısı gün geçtikçe daha da artar, demlendikçe koyulaşır acın. Kaldı ki gelişim çağındaki bir çocuktan birkaç yıl ayrı kalmış bir babanın hissettirdiği duygulardı bunlar. Yıllarca mücadelesini verdiğim, tanımlamaya çalıştığım bir duygu yumağıydı ve bitmedi. Ayrılıkla ölümü birbirinden ayıramıyorum o yüzden. Hele ki ilk ve son'da da dedikleri gibi, "her şey sığmaz aslında onca yıla ama sığdı" cinsinden izler taşıyorsa bu ayrılık. İşin en acı tarafı, köz haline gelmeyecek, küllenmeyecek. Çünkü ben ölümü biliyorum. Sıtmaya razılığımı kaybedeli de çok oldu.

Bir hologramla hayatıma devam ediyor gibiyim. Birden mutfak sandalyesinde beliriyor. Karşılıklı oturuyoruz. Ben çay içiyorum, ağlıyorum. O gülümsüyor. Daha sonra koltuğun köşesinde fark ediyorum onu. Dizlerine yatmak istiyorum, ağlıyorum. Duş alırken duşakabinin kapısı açılıyor, bir anda beliriyor. Ağlıyorum diyorum, gülümsemeye devam ediyor. Araba kullanırken de yanımda oturuyor. Bu seferde dinlediğim şarkıların ne kadar sıkıcı olduğunu söylüyor. Anılarımızın olduğu yerlerden geçiyorum. Bazılarına umarsızca sürüyorum, düşünmeden koşuyorum. Bir göl kıyısında meyveler yediğimiz bankta oturuyorum. Bu seferde yanımda yoksun, korkuyorum. Ama beni yenemediği tek bir yer var. Yatağın soğuk tarafını sıcak tutmaya çalışıyorum. Çizgi filmlerde ruhun bedenden çıkışını hatırlıyorum. Şimdilerde o hologramla adeta bütünleşiyorum. Birlikte uyuyor, birlikte uyanıyoruz. Ama sadece ayaklarım üşüyor. Normal mi?

Her neyin içindeysek bunu onunla mahvettik. Bu sefer beceremedim, beceremedik. Şimdi şarkılarda buluşuyoruz. Ağlıyoruz, gülüyoruz, birbirimize giydirmeye devam ediyoruz. Suçlarken birbirimizi en güzelleri yitirmişiz, görememişiz. Şimdilerde daha iyi anlıyorum. Kabul ediyorum; çok özledim. Sesini, tenini, kokusunu... Sanırım en çokta uyandığım ilk saniyeler hayatımda varoluş hissinin verdiği mutluluğu. Dur, dur! Ağlamayı sevmediğimi söylemiş miydim?

Buraya kadar okuduysanız, merak etmeyin bitiyor. Tahmin ettiğiniz gibi yazdıklarım son buluyor.

9 Şubat 2024 Cuma

Ardına Bakma

Bize zarar verenleri hayatımızdan çıkarmak ne kolaydır aslında. Özellikle sinirlerimize hakim olamadığımız zamanlarda bir saman alevi vaziyeti alırız. Fakat önemli olan bu süreci kızgınlıklarımızın durulduğu düzlemde ele alabilmekte. Bazen her şeyin farkında olup sustuklarınız vardır; kendinize koyduğunuz zaman aralıklarıyla süslenmiş. Hani zamana bırakmak gibi değil de içinizin soğukluğunu hissettiğiniz anı bekleyen. Gözbebeklerini büyütecek, kan basıncını yükseltecek yüzleşmelerin kararını aldıran ağrılı o süreç. Kızgınlıkların kırgınlıklara dönüştüğü, kapanma olasılığının varlığı bilinen ancak kapanması istenmeyen yara izlerini barındıran, burun direğinin sızlamasının ne olduğunu anlatan sancılı o süreç. Bildiklerini saklamanın verdiği oburluk hissinin dayanılmaz hale geldiği, geçmişini bilmeyenlere karşı oynadığın köşe kapmacaların yorgunluğunu hissettiğin, bilenlere karşı köprücük kemiği arkadaşlığı kurduğun sürüncemeli o süreç...

Ardıma bakmadan yaşamın ne demek olduğunu bilmiyorum. Baksanıza süreç deyip durdum. Bir yoldayım ancak kendi yoluma da benziyor. Sadece benziyor. Delta gibi çatallaşıyor fakat sürekli kendi yoluma benzeyene bağlanıyor. Sizi tanımıyordum, nereden geldiniz? Neden yollarımız kesiştiği halde sizin yolunuzdayım? Yorgun olduğumu sen biliyorsun. Bir dakika hayır, sen bilmiyorsun, sen de bilmiyorsun. Matematiğim kötüdür ama bu denklemde kaç kişi olduğunu bilmeyecek kadar da aptalımdır. Aptalım dediysem sizi savurup, sizinle savrulacak kadar aptalım. Bulunacağım günü beklemekteyim. Ama siz bir an önce lütfen durulun. Durulun çünkü geçen akşamlardan birinde yağmur yağdı, sizinle birlikte dinledik. Oysa siyah bir kalemle kırmızı çizgiler çizmiştik. Sonra kırmızılar birden aktı, aktı ve aktı... Peki ya bu ben miyim? Neye dönüştüm, kim oldum? Sen kimsin? Nereden geldiniz?

Ne diyordum? Ardımda bırakacaklarımdan bahsediyordum. Gözlerimin içine bakıp, bildiklerimi söyleyemeyenlerden, türlü bahanelere sığınanlardan, davranışlarına gölge düşürenlerden bahsediyordum. Hani şu, midem müsaade etse gözlerim belki bulanacak tarzındaki bildiklerimden. Oburluğun son bularak türlü yargılamalara maruz kalacağım o anın ateşiyle sönmekteyim. Ben yanmadım, söndürüldüm.