21 Mart 2016 Pazartesi

Özgürlüğün Kanatları

Minik ve bir o kadarda sevimli bir kuştu onu bulduğumda. Kahverengi dediğim ama sonradan anladığım ela renkli gözleri vardı. Nereden geldiğini bilmiyordum fakat benim için gönderildiğini hissetmiş gibiydim. Hayatı farklı kafeslerde zorluklarla geçsede, özgürlüğüne düşkün olduğu her halinden belliydi. Ürkek ve utangaçtı. Kafasına bir öpücük kondurduğumda kafasını boynunun içine gömerdi. İlk günkünden daha fazla sevmeye başlamıştım. Yediğim marulu, içtiğim suyu paylaşır olmuştum. Ona kafes değil onun için kocaman olan bir kafes vermiştim. Aynı odada yaşıyorduk. Özgürdü, hiç olmadığı kadar. Kanatlarını özgürlüğün verdiği mutlulukla çırpıyordu. O kadar mutluydu ki; kendi yemlerinden, onunla paylaştığım marullardan, havuçlardan getirir olmuştu. Uzun zamandan beri ben de bu kadar mutlu olmamıştım. Birbirimize çok ve çok iyi gelmiştik...
Hep mutlu günlerimiz olmadı tabii ki. Kanatlarını çırpmadığı zaman anlıyordum bir şeylerin yolunda gitmediğini. İnanıyorum ki o da anlıyordu marul getirmediğim zaman... Kavga etmeyi de, küs kalmayı da beceremiyorduk. Ya o kanatlarını çırpıp başımı döndürüyor, beni benden alıyordu ya da ben marul getirip kafasını okşuyordum. Bu güzel döngü böyle sürüp gidiyordu. Güzel şeylerin arkasında derin bir yorgunluk taşıyorduk sırtımızda. Birbirimize hissettirmesekte zaman zaman yüzleşiyorduk. Her şeyin üstesinden geldiğimiz gibi bunun da üstesinden geliyorduk. Aramızdaki bağ her ne ise çok güçlü olduğunu, o bağa sımsıkı sarıldığımı ve hiçbir gücün bu bağı koparamayacağını biliyordum. Seviyordum; pes etmemesini, uçup gitmemesini...
Eve geldiğimde beni hep kapının iç kolunda karşılardı. Kapının kolunu indirdiğimde onu mutluluğa, şevkate kavuşturduğumu hisseder, içeri girdiğimde etrafımda fır dönerdi. Bir gün öyle bir şey oldu ki, içeri girdiğimde ne bir ses ne bir nefes... Camın koluna konmuş, kendisini tülendirmiş, gıkını dahi çıkarmaz olmuştu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Onu öyle görmeye dayanamıyordum. Onu öyle görmeye dayanamıyordum çünkü gözlerinin içindeki ışığın söndüğünü görmek canımı yakıyordu. Özgürlüğün kanatlarına verdiği gücü yitirmesi vücudumu bir kanser hücresi gibi sarıyordu. Mutsuz olamazdı, mutsuzluk ve umutsuzluk ona yakışmazdı. Yanına gittiğimde yaygaralar koparan o değildi sanki. Yüzüme dahi bakmıyordu. Avucumun içine aldım, kafasını okşamaya ve öpmeye başladım. Bir yerden sonra sessizliği bozmaya karar verdi. Pencereye konan kuşların ona inanmadığını, güvenmediğini söyledi. Şöyle bir dönüp dışarı baktım ve bir şeyler fısıldadım: ''Özgürlüklerini kanatlar altına alamamış, özgürlüklerinin altında ezilen ve sadece ötmeyi bilen kuşlar onlar. Biz seninle özgürlüklerimizi kanatlarımız altına alacağız. Mutluluğumuzu marulla, havuçla besleyeceğiz. Ne sen uçup gideceksin bu pencereden ne de ben bu kapıdan...''
Gözleri güneşle birlikte değil kendiliğinden ışık saçmaya, kanatlarına özgürlük gitmeye başlamıştı. Evet! Tedavi işe yaramıştı. Mutluydu hem de çok mutluydu. Kanatlarını özgürlükle, güvenle, umutla tekrar çırpmaya başlamıştı. Onu seviyordum ve sevmeye de devam edecektim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder